Karşıyaka: Bir Basketbol Efsanesi

Karşıyaka, İzmir’in güzide spor kulüplerinden biri. Mazisi yüzyılı aşmış, köklü bir camia… Bir basketbol takımı, imkansızı iki kere başarabilir mi? Karşıyaka Basketbol Takımı, başardı.
Kaf-Sin-Kaf
Karşıyaka Spor Kulübü; 1 Kasım 1912’de, İzmirli gençler tarafından İzmir’in Karşıyaka ilçesinde, yeşil ve kırmızı renkler ile kuruldu. Renkleri iki büyük değeri simgeler, İslam ve Türk bayrağı… Armadaki ay-yıldız, Atatürk’ün özel isteği üzerine eklenir. Yalnızca, İzmir’in Karşıyaka ilçesinde tutulur ama öyle coşkulu bir taraftar grubu vardır ki, daha fazla destekçiye ihtiyaç hissetmez. Karşıyakalılar; K-S-K harflerinin eski yazıdaki okunuşundan esinlenerek, canları kadar çok sevdikleri takımlarına ‘Kaf-Sin-Kaf’ derler.
Kaf-Sin-Kaf’ın İzmir’in diğer büyük takımlarıyla girdiği rekabet, İzmir sokaklarına tatlı bir heyecan kattığı gibi, Göztepe ile yaşadığı amansız çekişme son yıllarda İzmir sınırlarını aşarak, tüm sporseverler tarafından ilgiyle izlenen bir derbi durumuna geldi. Genel olarak baktığımızda, Karşıyaka’nın yıllarca çeşitli dallarda etkinlik gösterdiğini, çok değerli sporcular yetiştirerek birçok başarılar kazandığını söyleyebiliriz ama basketbol için ayrı bir konu başlığı açmalıyız. Zira, Karşıyaka Basketbol Takımı’nın yaptıklarını Türk basketbolunda başka hiçbir takım yapamadı.
Basketbol şubesi, 1966 yılında kuruldu. 1974-1975 sezonunda, Türk basketbolunun efsanevi oyuncusu Efe Aydan’ın yeşil-kırmızı formayı giydiği dönemde, Türkiye Ligi’ni üçüncü bitirerek ilk çıkışını gerçekleştiren Kaf-Sin-Kaf, 1975-1976 ve 1978-1979 sezonlarında aynı dereceyi yineleyerek seçkin bir takım haline geldi. 1983-1984 sezonunda Türkiye Ligi’nde final oynama başarısını gösterdi, saygın yerini sağlamlaştırdı.
Karşıyakalılar ile Gerçekleştirilen Mucize
Karşıyaka, adının Türk basketbol tarihine altın harflerle yazılmasını sağlayan zaferlerden ilkini, 1986-1987 sezonunda elde etti. Kazanılan başarı spor filmlerine konu olabilecek kadar parlaktır. Takımın altyapısında antrenör Atakan Karakaplan tarafından yetiştirilen Karşıyakalı gençler, A takım seviyesine yükseltildi.
Karşıyakalılardan oluşan iskelet, iki ABD’li yetenek ile güçlendirildikten sonra, antrenör Nadir Vekiloğlu’nun ellerine teslim edildi. Kaf-Sin-Kaf; Murat, Davis, Wiley, Cihangir, Kaan, Nihat, Necmi, Suat, Ediz, Birtan, Tuğrul, Ziya’dan kurulu kadrosu ile başta Beşiktaş, Galatasaray, Fenerbahçe, Efes Pilsen ve Eczacıbaşı gibi büyükler olmak üzere, tüm takımların bileğini büktü; Türkiye Şampiyonu oldu, Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazandı. Özel bir kadro, mütevazı bir bütçe, göz alıcı bir oyun… 86-87 ruhu, başta Karşıyakalılar olmak üzere tüm basketbolseverler tarafından hala hatırlanır, anılır.
Adım adım yükselerek gerçekleştirilen mucize
Büyük zaferden sonra 1990’lı yılları suskun geçiren Karşıyaka, 1998-1999 sezonunun başında Pınar ile sponsorluk anlaşması imzaladı. Pınar’ın desteğini arkasına alarak 2003-2004 sezonunda Beko Basketbol Ligi’nde yarı final, 2004-2005 sezonunda Türkiye Kupası’nda final oynadı. 2012-2013 sezonunun başında ise Karşıyaka Basketbol Takımı için dönüm noktası sayılabilecek bir gelişme oldu; Ufuk Sarıca, baş antrenörlük görevine geldi. Basketbol oynadığı dönemde Avrupa’nın en iyi şutörlerinden birisi olan Sarıca, 2001-2002 sezonunda yeşil-kırmızı formayı giymişti.
6.500 seyirci kapasiteli Karşıyaka Arena’nın coşkulu rüzgarını arkasına alan usta hoca, sert savunma üzerine kurulu oyun anlayışıyla, Karşıyaka’yı adım adım yükselterek zirveye taşıdı. Kaf-Sin-Kaf, mütevazı bütçelerle göz alıcı başarılar kazandı. 2012-2013 sezonunda ABD’li Bobby Dixon’un liderliğinde oluşturulan kadro ile Beko Basketbol Ligi’nde yarı finale yükselirken; FIBA Eurochallenge Kupası’nda final oynadı, bir sayı farkla zaferi kaçırdı. 2013-2014 sezonunda Bobby Dixon’ın yanına Barış ve Diebler’i katarak gücünü artıran Karşıyaka, bir kere daha Beko Basketbol Ligi’nde yarı finale yükselme başarısı gösterdiği gibi, finalde Anadolu Efes’i yenip Türkiye Kupası’nı kazanarak büyük bir zafere imza attı. 2014-15 sezonunda ise bir kere daha tarih yazdı. Sezona Cumhurbaşkanlığı Kupası’nı kazanarak başlayan yeşil kırmızılılar; Dixon, Diebler, Barış, Ceyhun, Mutlu, Gabriel, Egemen, İnanç, Soner, Mertcan, Emre, Erkan, Strawberry, Cemal, Palacios’dan kurulu kadrosuyla Türkiye Şampiyonu oldu. Kaf-Sin-Kaf; güçlü savunma anlayışı, Dixon’un aman vermeyen şutları, Ufuk Sarıca’nın taktiksel becerisi, muhteşem taraftarı ve tüm basketbolseverlere parmak ısırtan takım ruhu ile dev bütçeli takımları dize getirdi, 28 yıl sonra bir kere daha imkansızı gerçekleştirdi.
Spor dünyasına ilişkin roman yazmak isteyen yazarların, spor filmi çekmeyi arzu eden yönetmenlerın, başarıya ulaşmak için yöntem arayışında olan çalıştırıcıların Karşıyaka Basketbol Takımı’nın tarihini çok dikkatle incelemesini öneririm. Basketbolumuzun yeşil kırmızı sayfalarında takım ruhu, gurur, özveri, yönetimsel başarı ve adanma üzerine dersler veren iki önemli öykü var. Bunlar, Karşıyaka’nın yazdığı efsanelerdir. Şanlı tarihini şampiyonluklarla taçlandıran Kaf-Sin-Kaf’ın önümüzdeki dönemlerde neler yapacağını hep birlikte izleyeceğiz. Camia, büyük düşünerek sağlam bir kurumsal çatı oluşturduğu takdirde başarısını devamlı kılabilir, devamlı kılmalıdır. Zira, Türk basketbolu Karşıyaka gibi bir itici güce daima ihtiyaç duyacaktır.

Yayın Tarihi: 26 Temmuz 2015

Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

The Natural


Spor filmi türünün zaman üstü örnelerinden biri… Hiç ölmeyecek bir rüya için yaşayan bir beyzbolcunun öyküsü…
Yönetmen: Barry Levinson
Yapımcı: Mark Johnson
Senaryo: Roger Towne, Phil Dusenberry
Görüntü Yönetmeni: Caleb Deschanel
Müzik: Randy Newman
Oyuncular: Robert Redford, Glenn Close, Robert Duvall, Kim Basinger
Yapım Yılı: 1984
Ülke: A.B.D.
Sinema eleştirmenleri ve spor filmlerini sevenler tarafından hazırlanan ‘sinema tarihinin en sevilen spor filmleri’ listelerinde en üst sıralara konulan film, 1952 yılında Bernard Malamud tarafından yayınlanmış olan aynı adlı romandan esinlenilerek beyazperdeye aktarıldı. Vizyona girdiği yıl dört dalda (yardımcı kadın oyuncu, sanat yönetmeni, müzik ve görüntü yönetmeni) Oscar Ödüllerine, bir dalda (yardımcı kadın oyuncu) Altın Küre Ödülüne, bir dalda (en iyi yabancı film) Japonya Film Akademisi Ödülüne aday gösterildi.
Öykü; 1900’lerin başında, Amerika’nın batısındaki bir çiftlikte başlıyor. Roy Hobbs, beyzbola olan sıradışı yeteneği ile çok genç bir yaşta dikkat çekince, ülkenin önde gelen beyzbol takımlarından birinin seçmelerine katılmak üzere, doğup büyüdüğü çiftlikten Chicago’ya doğru yola çıkar. Henüz seçmelere katılamadan yolculuk sırasında tanıştığı bir kadın tarafından tabanca ile vurularak yaşamının fırsatını değerlendirme olanağını yitirir. Aradan 16 yıl geçer, Roy Hobbs kümede kalma mücadelesi veren New York Knights’a transfer olarak beyzbola yeniden başlar. Teknik kadro ve takım arkadaşlarına kendini kabul ettirmesi zaman alsa da, yeteneğini sergileme fırsatını elde edince, ‘Wonderboy (Harika Çocuk)’ olarak Beyzbol Ligi’nin en büyük yıldızı olur, Knights için rüya gibi bir dönem başlar. Ama, her rüyanın bir sonu vardır. Bundan sonrasını filmi izleyince görebilirsiniz.
Usta yönetmen Barry Levinson kısa ve sade ifadelerle bezenmiş diyaloglar ile heyecan verici oyun sahnelerini biraraya getirerek, öyküyü ustalıkla anlatmış. Beyzbol, son derece düşük tempolu ve uzun dinlenme araları olan bir oyun olmasına karşın, başarılı sinematografi ve Randy Newman’ın müzikleri sayesinde oyun sahnelerini seyrederken heyecandan yerinizde duramıyorsunuz. Filmin çevrildiği dönemde dünyanın en ünlü yıldızlarından birisi olan Robert Redford, iyi bir oyunculuk sergilemiş. Beyzbol sahnelerinde atış ve vuruş yaparken kullandığı stiller role iyi hazırlandığını gösteriyor. Duygusal sahnelerde doğal ve gerçekçi bir oyunculuk sergilemiş. Yardımcı oyuncular Glenn Close, Robert Duvall ve Kim Basinger de başarılı performansları ile dikkat çekiyorlar. Filmdeki rolleriyle yardımcı kadın oyuncu dalında Glenn Close Oscar ödülüne, Kim Basinger ise Altın Küre ödülüne aday gösterilmiş.
The Natural, yetişkinliğe erişme süreci yaşamakta olan tüm çocuklara ve gençlere güçlü mesajlar aktarıyor. ‘Hayallerimize sım sıkı sarılıp inanç ve azimle çalıştığımız takdirde onları gerçekleştirebileceğimiz’ mesajı üzerine kurulmuş. Roy Hobbs’un babası, çocuğunun doğal yeteneğini keşfettiği sahnede ‘doğal yeteneğine aşırı derecede güvenirse başarısız olacağı, başarılı olmak için çalışması gerektiği’ nasihatını verirken, yetenekli insanların da diğer insanlar kadar çalışması gerektiğini vurguluyor. Roy Hobbs, kendi hatası nedeniyle yaşadığı büyük felakete rağmen onaltı yıl boyunca ‘en iyi beyzbol oyuncusu olma’  hayaliyle yaşayarak çalışmaya devam ediyor. Filmde, yaşamımız boyunca işlediğimiz bazı hataların bedelinin çok ağır olabileceği mesajına da değiniliyor, ahlak adına önemli dersler veriliyor. Öykü; gerçekçi bir temaya sahip olsa da, zaman zaman masalsı bir yapıya bürünüyor. Baba-oğul ilişkisi, iyi-kötü mücadelesi ve aşk çerçevesi içerisine konulmuş kalpleri ısıtan, dramatik ve tatlı bir film… Dramatik filmlerden hoşlananlara ve spor filmi türünün tutkunlarına seyretmelerini öneririm.
Yayın Tarihi: 14 Temmuz 2015
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

Halit Kıvanç: Futbol! Bir Aşk...

Halit Kıvanç, bir aksakal… Gazeteci, radyocu, televizyoncu, yazar olarak yaptığı çalışmalarla futbol kültürümüzün kurucularından biri. ‘Futbol! Bir Aşk…’ tüm sporseverler için bir başucu kitabı niteliğinde…
Benim kuşağım Halit Kıvanç’ı öncelikle TRT’de naklen yayınlanan 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Şenliklerinin beyaz saçlı, güler yüzlü, tatlı dilli sunucusu olarak tanıdı. Biz büyük bir zevkle çocuk şenliklerini izlerken, deneyimli kuşaklar kendisini medyanın en büyük otoritelerinden birisi olarak anarlardı. Medyanın tozlu yapraklarını geriye doğru çevirdiğinizde Halit Kıvanç’ın adına sıkça rastlarsınız. Futbol kültürümüzün kurucuları arasında olması nedeniyle Türk sporunda çok özel bir yere sahiptir.
Halit Kıvanç; 1925, İstanbul’da doğumlu… Pertevniyal Lisesi’ni bitirdikten sonra İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olur ama gazeteciliğe gönlünü kaptırarak medyada çalışmayı seçer. 18 Kasım 1953 tarihinde ‘Türkiye Spor’ adıyla, Türkiye’nin ilk günlük spor gazetesini yayına koyan ustalar arasında yer alır. Türkiye Spor Yazarları Derneği’nin kuruluşunda rol oynar. ‘Futbolun Güzellik Yarışması’ olarak gördüğü dünya kupasını ilk izleyen üç Türk gazeteciden biri olur. Radyodan davet alınca, kutsal bir güzellik görerek bağlandığını ifade ettiği maç spikerliğine başlar. Televizyonda yapılan ilk maç yayınında mikrofon Halit Kıvanç’ındır. Türk yayıncılık tarihinin ilk büyük naklen yayın girişimi olan 1971 Akdeniz Oyunları’nda ‘Başspiker’ olarak görev yapar. Nice başarılara ulaşır, nice ilkler gerçekleştirir. Nice büyük ödüller ona aittir.
Futbol! Bir Aşk…
‘Futbol! Bir Aşk…’ Halit Kıvanç tarafından kaleme alınan en güzel kitaplardan biri… Usta yazar, mesleki yaşam öyküsünün futbola ilişkin parçasını anıları ekseninde aktarmış. Kitabın ana teması kendisinin kişisel anıları olsa da, yaşadıklarıyla bağlantılı olarak Türk futbolunun kurumsal gelişimine ve Türk spor medyasının geçirdiği evrelere de değinmiş.
Gazeteciliğe başladığı yıllardan itibaren görevi gereği tanıdığı, seyrettiği, dostluk kurduğu Pele, Maradona, Cruyff, Eusebio, Beckenbauer, Baba Hakkı, Lefter, Metin Oktay, Yusuf, Cemil ve daha nice futbol yıldızını unutulmaz maçlar ve kişisel anıları aracılığıyla tanıtmış, futbol tarihine ilişkin bir seçki sunmuş.
Kitap, radyo spikeri üslubuyla yazılmış; her sözcükte Halit Kıvanç’ın sesini duyuyormuş gibi hissediyorsunuz. Tatlı dili, akıcı ve canlı anlatımı sayesinde 400 sayfalık kitap bir çırpıda bitiyor. ‘Futbol! Bir Aşk…’ bir anı kitabı olarak yazılmış olsa da, içerdiği bilginin değeri açısından bakıldığında, tarih kitabı olarak da kabul edilebilir. Kitapta anlatılan onlarca anı içerisinde beni en çok etkileyenlere kısaca değinmek istiyorum.
Brezilya Milli Takımı Kampında Yıldız Adayı Pele ile Röportaj
1958 Dünya Kupası’nda Brezilya Milli Takımı kampında Pele ile yaptığı röportaj en ilginç anılardan birisi… Brezilyalı meslektaşı aracılığıyla röportaj yapmak için kampa giden Halit Kıvanç, olayı şu şekilde aktarıyor:
‘İki genç bir köşede oturuyordu… Birisi, orta sahanın beyni Zito; diğeri henüz yedek, 17 yaşında bir delikanlı idi. Gazeteci ve spikerlerin Zito ile konuşmayı yeterli bularak, 17’lik gencin yanına sokulmadığını görünce insanlık duygusu itti beni o gence doğru. Yanına oturdum. Kendisine niye “Pele” adını taktıklarını anlattı, Türkiye’ye ait bir-iki soru sordu, bizim gazeteleri gösterdim. Baktı, ilgilendi. Brezilyalı spiker fotoğrafımızı çekti. Teşekkür edip ayrıldım.’
Pele, kendisine gösterilen bu özel ilgiyi hiç unutmayarak, ilerleyen yıllarda Halit Kıvanç ile ne zaman karşılaşsa kendisine ilgiyle yaklaşmış; Kıvanç’ın jestine jestlerle karşılık vermiş.
Ali Sami Yen Stadyumu’nun Açılışında Facia Yaşanıyor
Usta yazar; kitabını tebessüm veren anılarla doldurmuş olsa da, yer yer eleştirel yaklaşımlarda bulunmaktan geri durmamış. 1963 yılında Ali Sami Yen Stadyumu’nun açılış günü yaşananlar, belleğinde acı dolu bir anı bırakmış. Şöyle ki; açılış günü Türkiye ile Bulgaristan arasında oynanan maç öncesinde tribünler akın akın içeri giren seyircilerle dolar, tribünlerde kimse yerinden kıpırdayamayacak haldedir. Stadyumdaki yetkililere ulaşılamaz. Tribündeki sosisçinin tutuşan ocağı çevredeki seyircilerin paniğe kapılmasına neden olunca, ciddi bir facia yaşanır. Yayın başlamak üzereyken İstanbul Valisi tarafından ‘telaş edilecek bir olay olmadığı’ yönünde bir bildiri gönderilir ve maç yayınının başında okunması istenir. Halit Kıvanç bildiriyi okumayı reddeder, gerekçesini ‘stadyumdaki olayı duymayanlar da duyacak, panik büsbütün büyüyecekti. Çocuğu maça gelen ana-babalar telaşa düşüp stada koşacaklardı’ şeklinde açıklıyor. Bildiri, Radyoevi tarafından okunur ve Halit Kıvanç’ın endişesi gerçeğe dönüşür; halk stadyumun kapılarına koşar, panik artar. Olay sona erdikten sonra suçluların cezalandırılacağı açıklanır ama kayıpları yerine koymak tabii ki mümkün değildir.

1966 Dünya Kupası Finali, Telefon Aracılığıyla Aktarılıyor

Ünlü Otorite’nin 1966 Dünya Kupası finalinde yaşadığı bir güçlük ise görev bilinci adına tüm genç profesyonellere örnek olacak nitelikte… Türkiye’deki yetkililer tarafından bildirimin geç yapılması nedeniyle, İngiltere ile Almanya arasında oynanan dünya kupası finali sırasında organizasyon yetkililerinden yayın desteği alınamaz. Halit Kıvanç, İngiliz yetkililer ve yabancı basın mensuplarının şaşkın bakışları arasında, maçı telefon aracılığıyla anlatır. Londra ile Türkiye arasında sağlanan telefon bağlantısı aracılığıyla maçın normal süresi, uzatma dakikaları ve kupa töreni hiçbir sorun yaşanmadan Türk futbolseverlere aktarılır. Büyük Usta, durumu ‘Türk, her türlü çaresizlik karşısında bir şeyler yapardı. Yapmıştık da. Maçı telefonla anlattım. Türkiye’deki teknisyenler ellerinde en güçlü aygıtlar olmasa da kafalarını kullanır, azmeder ve yapılmazı yaparlar.’ şeklinde ifade ediyor.
‘Futbol! Bir Aşk…’ genç sporseverlere kapsamlı ve eğlenceli bir tarih dersi sunarken, yaşlı sporseverlere derin bir geçmişe özlem yaşatıyor. Azim, ilkeli duruş, tevazu, inanç ve mesleki sevgiyle ilişkili anılarını aktarırken, genç profesyonellere başarı yolunda yararlı olabilecek güçlü mesajlar veriyor. Mutlaka okunması gereken, son derece güzel bir kitap… Özellikle futbola aşık olanlar için…
Yayın Tarihi: 30 Haziran 2015
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

http://indigodergisi.com/2015/06/halit-kivanc-futbol-bir-ask/

Türk Futbolu Taban Arayışında

Türk futbolu zor günler geçiriyor… Maçlar boş tribünlere oynanıyor, kulüplerin borçları astronomik rakamlara ulaştı, sahalarımızda oynanan futbol seyir zevki vermiyor… 25-26 Haziran tarihlerinde yapılacak olan Türkiye Futbol Federasyonu seçiminden çıkan sonuç futbolumuzu parlak günlerine döndürebilir mi?
Türk futbolunun bugünkü durumuna genel olarak baktığımızda kurumsal ve finansal açıdan büyük bir sıkıntı yaşandığını, sahalarımızda oynanan futbolun oyun kalitesi açısından dünya standartlarının altında kaldığını ve futbolseverler tarafından gösterilen ilginin git gide azaldığını görüyoruz. Futbol için harcanan bunca emeğe rağmen karşımıza çıkan tablo oldukça düşündürücüdür. İyileştirici müdahalelerde bulunmak için durumun daha kötüye gitmesi beklenmemeli ve yetkili organlar tarafından gerekli adımlar atılmalıdır.
Futbol, 1990’ların başından itibaren, bir spor dalı olmanın ötesine geçerek küresel bir tutku haline geldi. Otoriteler tarafından ‘Endüstriyel Futbol’ olarak adlandırılan bu yeni dönem, küresel futbolun bir parçası olarak Türk futbolunda da çok şeyi değiştirdi. 17 Haziran 1992 tarihi futbolumuz için bir milattır. Futbol dünyasında yaşanan değişim ve gelişimleri doğru değerlendirilen siyasetçilerimiz, Türk futbolunun o dönemdeki yönetim yapısıyla yönetilemeyeceğini görerek Türkiye Futbol Federasyonu’na özerklik tanıdı; o dönem için çarpıcı bir yeniliğe imza attı. Şenes Erzik ve Süleyman Seba gibi liderlerin yön verdiği futbolumuz doğru yöneticiler, doğru futbol adamları ve doğru teknik stratejiler sayesinde her açıdan hızla kalkındı. Bu kalkınmanın nasıl sağlandığına kısaca değinelim. Türkiye, Amerika’yı yeniden keşfetmeyi denemedi; tek yaptığı çağın gereklerine uymaktı. Futbol kulüplerimiz beş yıldızlı tesisler inşa ederek, altyapı açısından Avrupa’nın önde gelen kulüpleriyle boy ölçüşecek düzeye geldi; 1996 yılında uygulamaya konan havuz sistemi ile yayın gelirleri ciddi derecede yükseldi; futbolun sağladığı eşsiz tanıtım gücünü farkeden kuruluşlar kulüpler için ayırdıkları sponsorluk bütçelerini arttırdılar; tribünlere UEFA standartları getirildi, maç biletlerinin fiyatları arttırıldı; kulüpler ürün çeşitliliklerini genişleterek logolarını büyük gelirler sağlayan temel bir kaynak haline getirdiler. Kurumsal ve yönetsel açıdan kaydedilen gelişmelerin dışında, asıl can alıcı nokta olan teknik gelişme için özerkleşme öncesinde doğru adımlar zaten atılmıştı. Jupp Derwall ve Gordon Milne gibi teknik direktörlerin katkılarının yanında, 1990 yılında ulusal takım teknik direktörlüğüne getirilen Sepp Piontek modern futbolun ülkemize yerleşmesi doğrultusunda fark yaratan çalışmalarda bulundu. Sepp Piontek’in liderliğinde Türkiye’nin dört bir yanında yapılan tarama çalışmalarıyla keşfedilen yetenekler, futbol kulüplerimizin özkaynak sistemlerinde yetiştirildi. Buna ek olarak, yabancı ülkelerde doğup o ülkelerin altyapı sistemlerinde yetiştirilen Türk gençleri, Türkiye liglerine ve ulusal takıma kazandırıldı. Sonuç herkesi memnun etti, Türk futbolu altın bir çağ yaşadı. Büyük takımlara karşı zaferler kazanıldı, UEFA Kupası şampiyonluğu geldi; 2000 Avrupa Kupası’nda çeyrek finale çıkma başarısının ardından, 2002 Dünya Kupası’nda üçüncülük kazanıldı. 2000’li yılların ilk yarısına gelindiğinde Türk futbolu hatırı sayılar bir büyüklüğe ulaşmıştı.

Türk Futbolunun İçinde Bulunduğu Durum Endişe Veriyor

Bugün Türk futbolu bu mutlu tablodan çok uzak bir noktada can çekişerek ayakta durmaya çalışıyor. 2000’li yıllara bu kadar parlak bir giriş yaptıktan sonra bu noktaya nasıl gelindi? 2000’li yılların ikinci yarısından itibaren kulüp yönetimlerimiz akılcı bir yönetim sergileyemediler, başarımızın arkasındaki sırrı göremediler. Altyapı seviyelerine yatırım yapmaya gerek görmeyerek, Türk oyuncu kontenjanını büyük ölçüde gurbetçilerle doldurup, çoğunluğu skandala dönüşen sansasyonel yabancı transferleriyle Türkiye ve Avrupa sahalarında başarı arayışına girdiler. Banka kredileri veya kulüp yöneticileri tarafından geri ödenmesi şartıyla sağlanan kaynaklarla yapılan astronomik transfer harcamaları, kulüplerin çok ciddi derecede borçlanmasına neden oldu. Öyle ki bugün kulüplerin finansal tabloları incelendiğinde önümüzdeki yıllar için öngörülen gelirlerle söz konusu borçların ödenebilmesi mümkün görünmüyor. 2011 yazında patlak veren şike soruşturması futbolumuzdaki olumsuz seyri daha kötü noktalara getirdi. Kavga ve kargaşa futbolseverleri bıktırdı, kulüpler ürün satışları ve sponsor gelirlerinde ciddi bir kayba uğradı; futbola gösterilen ilgi azalınca tribünler boş kaldı. Bu dönem içerisinde Türkiye Futbol Federasyonu, oyuncu yetiştirme konusunda başarıya ulaşan bir program geliştirmeye yönelmediği gibi, kulüplerin altyapıyı boşlamalarına seyirci kaldı; enerjisini Avrupa’da doğup büyüyen Türk gençlerini Türk ulusal takımında oynamaya ikna etmeye harcadı. Bu düşünce şekli sonucunda, Türk futbolu yeterli sayıda kaliteli oyuncuya sahip olamadığı için futbol sahalarımızdaki oyun kalitesi düştü, takımlarımız avrupa kupalarında arzuladıkları başarıları kazanamadılar. Avrupa kupası ve dünya kupası gibi büyük şampiyonalar, Türk futbolseverler için uzaktan seyredilen renkli manzaralar haline geldi.
Şu an içinde bulunduğu durum itibarıyla ‘batış’ bayrağını çekme noktasına gelen Türk futbolu artık toparlanmak için harekete geçmeli. Zira, kötü gidişin devamına seyirci kalınması yeniden doğuşun başlayacağı noktayı daha aşağı bir seviyeye çekecektir ki; bu durum, ufukta ışığın görüldüğü günlere daha uzun bir sürede ulaşılmasına neden olacaktır.
Türk Futbolunun Yeni Bir Milada İhtiyacı Var
Türkiye Futbol Federasyonu seçimlerden sonra ne yapmalıdır? Spor kulüpleri, dernekler yasası çerçevesi içerisinde faaliyet göstermeye devam ettikleri sürece finansal ve kurumsal açıdan sağlıklı bir yönetim modeli geliştirmekte zorluk çekmeye devam edeceklerdir. Türkiye Futbol Federasyonu, yıllardır sözü edilen ‘spor kulüpleri yasası’ konusunun yasama erki tarafından gündeme alınması için girişimde bulunmalıdır. Ayrıca, Türkiye Futbol Federasyonu’nun şu anki yapısı geçmişte Türk futbolunun gelişmesini sağlamış olsa da, bugünün ihtiyaçlarına yanıt verememektedir. Futbol kulüplerinin federasyon yönetim kurulu içerisindeki etkinlikleri azaltılmalı; başta spor akademileri ve eski milli futbolcular olmak üzere futbolun diğer temel taşlarının yönetimdeki etkinlikleri arttırılmalıdır. Türk futbolu, futbol kulüpleri tarafından yönetildiği sürece, yönetimsel ve kurumsal açıdan kulüpleri düzene sokacak çarpıcı gelişmeler yürürlüğe konamayacaktır.
Futbol, futbolseverler için oynanır; şovun devam edebilmesi için taraftarların coşkusu geri kazanılmalıdır. Her ne kadar Türk futbolu endişe verici sinyaller verse de, geleceğe yönelik sevindirici gelişmeler de görülüyor. Fatih Terim, 2013 yılında Futbol Direktörü ünvanıyla Türk futbolunun teknik yönetimini ele alarak, geleceğe yönelik bir gelişme programını uygulamaya koydu. Şimdi yapılması gereken, Fatih Terim’e kararlılıkla destek vermek ve başarı için sabırla beklemektir. Kurumsal ve yönetsel açıdan gerekli gelişmeler de uygulamaya konulursa, liglerimizdeki futbol kalitesi artacağı gibi avrupa kupalarındaki başarılı günlere yeniden dönebilir, ulusal takımlar seviyesinde özlediğimiz mutlulukları yeniden yaşayabiliriz.
Yayın Tarihi: 16 Haziran 2015
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

http://indigodergisi.com/2015/06/turk-futbolu-taban-arayisinda/

Zebralar Şaha Kalktı: Juventus Finalde

Juventus… Zebralar… Beyaz-Siyahlar… Dev kulüp, oniki yıl aradan sonra yeniden Şampiyonlar Ligi finalinde… Geçirdiği büyük felaket sonrasında hızla toparlanan ‘Juve’, dünya futbolunun zirvesine geri döndü.

Juventus; 1897 yılında, Torino’da, Massimo D’Azeglio Lisesi’nin öğrencileri tarafından kuruldu. 1905 yılında ilk İtalya şampiyonluğunu kazandı. Kulüp henüz güçlenme aşamasındayken, yönetimsel bir huzursuzluk sonucunda Juventus’tan kopan bir grup, Torino kulübünü kurdu. Torino işçi sınıfını arkasına alırken, Juventus burjuva sınıfından ilgisini çekti. 1923 yılında Fiat’ın sahibi olan Agnelli ailesinin desteğini alarak hızla büyüdü. Beyaz-Siyahlar, Çizme’nin masmavi gökyüzünde bir güneş gibi parladı. 1925-26 sezonunda kazandığı Serie A şampiyonluğundan itibaren İtalyan futbolunda on yıllarca süren büyük bir egemenlik kurdu. 1957-58 sezonunda onuncu defa İtalya şampiyonluğuna erişen ilk takım olma başarısına ulaştı. 1960’lı ve 1970’li yılların ortalarına kadar İtalya’daki başarısını aralıksız sürdürerek, Trapattoni Dönemi’ne kadar dolu dizgin geldi. Zebralar, Giovanni Trapattoni’nin dokunuşuyla dünyanın en büyükleri arasına girdi…
Futbol tarihinin en büyük teknik direktörlerinden biri olan Giovanni Trapattoni, 1976-1986 ve 1991-1994 yılları arasında olmak üzere iki ayrı dönem görev yaptı. ‘Il Trap’, Beyaz-Siyahlar’a çok arzulayıp kazanamadıkları uluslararası başarıları armağan eden teknik adam olarak ünlendi. Zoff, Bettega, Scirea, Rossi, Tardelli, Boniek, Platini, Gentile, Cabrini, Tacconi, Laudrup gibi oyuncuların forma giydiği bu parlak dönem futbolseverlerin belleklerinde hala canlılığını korumaktadır. Juventus, 1976-77 sezonunda UEFA Kupası, 1983-84 sezonunda Kupa Galipleri Kupası, 1984-85 sezonunda Avrupa Süper Kupası ve Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası, 1985-86 sezonunda Kıtalararası Kupa şampiyonluklarını kazandığı gibi, aynı süre boyunca altı Serie A ve iki İtalya Kupası şampiyonluğu da elde etti, dünya futbolseverlerinin gönlünde ihtişamlı bir taht kurdu.
Rüya gibi geçen on yıllık ilk Trapattoni döneminin ardından Milan, İnter ve Napoli’nin yükselişiyle dinlenmeye geçen Juventus, 1989-90 ve 1992-93 sezonlarında kazandığı UEFA Kupası şampiyonluklarıyla adından söz ettirdikten sonra; 1994 yılında teknik direktörlüğe gelen Marcello Lippi sayesinde zaferlerle dolu, ışıl ışıl parlayan bir dönem daha yaşadı. Baggio, Vialli, Zidane ve Del Piero gibi unutulmaz yıldızların forma giydiği bu dönemde, Zebralar üç Serie A şampiyonluğu elde etti; 1995-96 sezonunda Şampiyonlar Ligi, 1996-97 sezonunda Avrupa Süper Kupası ve Kıtalararası Kupa şampiyonluklarını kazandı. 1999 yılında ayrıldıktan sonra 2001 yılında yeniden göreve gelen Marcello Lippi, bu defa üç yıl görev yaptı ve Juventus’a iki İtalya şampiyonluğu daha kazandırdı. Juventus küreselleşen futbolun en büyük yıldızlarından biri olarak parladı, şanlı tarihiyle bir futbol efsanesine dönüştü, taraftar kapasitesi dünya çapına yayıldı.
Juventus; dünya futbolunun zirvesinde olmanın keyfini sürerken, 2006 yılının Mayıs ayında yaşanan deprem sonucunda neye uğradığını şaşırdı. Futbolseverlerin belleğine ‘Calciopoli’ olarak kazınan büyük bir skandal patlak verdi. İtalyan Emniyeti, iki yıl boyunca Serie A ve Serie B takımlarının telefonlarını dinlemeye almış; Juventus, Milan, Lazio, Fiorentina ve Reggina’nın şike yaptığını saptamıştı. İtalya Futbol Federasyonu, ceza olarak Juventus’un Serie B’ye düşürülmesine karar verdiği gibi, 2004-05 ve 2005-06 sezonlarında kazandığı şampiyonlukları da iptal etti. Soruşturmanın sonunda Juventus ve diğer ceza alan kulüplerin imajı ciddi derecede yara aldı. Şike skandalının olumsuz sonuçlarına Avrupa’da patlak veren ekonomik krizin etkisi de eklenince, İtalyan kulüplerinin finansal gücü zayıfladı; büyük yıldızlar Serie A’yı birer ikişer terk etti, İtalyan futbolu popülaritesini yitirdi. Juventus, 2006-07 sezonunda Serie B şampiyonu olarak Serie A’ya hemen dönse de toparlanması zaman aldı. Toparlanma sürecini aştıktan sonra İnter’in Serie A üzerinde kurduğu tartışmasız egemenliğine son verip, 2011-12 sezonundan itibaren dört sezon üst üste Serie A şampiyonluğunu kazanarak, ülke çapındaki saygın konumuna geri döndü. Ardından, Avrupa’da şahlandı. Mayıs ayı başında Şampiyonlar Ligi finaline yükselerek, tam oniki yıl sonra, yeniden Avrupa futbolunun zirve mücadelesine ortak oldu.
2010 yılında Demos&Pi’nin yaptığı ankete göre Beyaz-Siyahlar’ın dünya genelinde yaklaşık olarak 180 milyon, İtalya’da ise 12 milyon taraftarı var. Torino şehrinde Torinolu taraftarların sayısı daha fazla olsa da, ‘Juve’ kazandığı başarılar ile popülaritesini İtalya geneline yaymayı başarmış, ‘Italianita’ yani ‘İtalyanlık’ olgusunu simge olarak benimsemiştir. Zebralar; Torino’nun değil, İtalya’nın takımı olmakla gurur duyar. Juventus’un en büyük rakibi Torino değil, Milano’nun iki büyük kulübü Milan ve İnter’dir. İtalya futbolunun üç küresel devi arasında süregelen rekabet dünya futbolseverlerinin en çok ilgisini çeken olaylardan birisidir.
Juventus’un başarı koleksiyonuna kısaca göz attığımızda; iki Kıtalararası Kupa, iki UEFA Süper Kupası, iki Avrupa Şampiyonluğu, bir Kupa Galipleri Kupası, üç UEFA Kupası, bir İnter-Toto Kupası zaferlerinin yanında; otuzbir Serie A şampiyonluğu ve dokuz İtalya Kupası şampiyonluğu görmekteyiz. Juventus, Şampiyonlar Ligi’nde en son olarak 2002-03 sezonunda final oynamış ve penaltı atışları sonunda Milan’a yenilmişti. 6 Haziran’da Barcelona’ya karşı oynayacağı Şampiyonlar Ligi finalinin sonucu ne olursa olsun, Zebralar’ın Avrupa’da zirveye oynadığı günlere geri döndüğü kesin gibi görünüyor. ‘Juve’ yeniden moda oldu, marka değerini geri kazandı, küresel imajını güçlendirdi. Üçüncü defa Avrupa Şampiyonu olabilecek mi? Hep birlikte, göreceğiz…
Yayın Tarihi: 31 Mayıs 2015
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

Televizyon ve Futbol

Geçen sezonun başından itibaren televizyondaki spor programlarında ciddi bir iyileşme gözlemleniyor. Televizyon kanalları futbol programlarının çoğunda eğitim seviyesi yüksek, üslubu ve diksiyonu düzgün spor adamlarına yer vererek futbol izleyicilerini geri kazanmaya çalışıyor.

Spor, insanların sağlıklı ve huzurlu bir yaşam sürmesini sağlar. Bugün, küresel dünyanın en etkili kitle iletişim aracı olan televizyon, yayın saatlerinin yarıya yakınını spora ayırmakta… Televizyon sayesinde sporun yaygınlığı artar, hiç spor yapmamış insanlar bile spora ilgi duyar. Ülkemizde televizyonların spora yaklaşımı genelde futbol odaklıdır. Demokratik düzenin dört temel erkinden biri olan medya; Habercilik, toplumsallaştırma, motivasyon, tartışma, eğitim, kültürel gelişme, eğlence ve bütünleştirme olmak gibi çok çeşitli ve bir o kadar da önemli işlevlere sahiptir.

20. yüzyılın ortalarından sonra dünya çapında hızla yayılan televizyon, Türkiye’de 1968 yılında yayın hayatına başladı. Devlete ait bir kurum olarak TRT, medyanın temel işlevleri doğrultusunda yayın yapardı. Sporun çeşitli dallarının sporseverler tarafından tanınmasına ve yayılmasına yönelik programlar yaparak sporseverleri bilgilendirir; televizyonun eğitici ve öğretici işlevini yerine getirirdi. Yayınlarda sportif erdem ön plana çıkartılırdı, sportmenlik vazgeçilmez bir değer olarak sunulurdu. Sporseverlerin dağarcığında sporun anlamı ve amacına ilişkin doğru algı oluşturmak ilke edinilmişti. Maç yayınları, spor karşılaşmalarından özet görüntülerin yayınlandığı spor programları ve haber bültenleri ile spora uzun saatler ayrılırdı. TRT, yayın saatlerinin bir bölümünü Türkiye’de ve dünyada ilgi çeken çeşitli spor dallarına ayırırken, ülke çapında dev hayran kitlesine sahip tek spor dalı olduğu için, futbola özel bir önem verirdi. Pazar akşamları lig maçlarının özetleri yayınlanır, bazen tartışmalı pozisyonlara ışık tutması için bir hakem hocası konuk edilirdi. Maç yorumları genelde sahada oynanan oyuna yönelik ve teknik bilgi ağırlıklı olurdu, resmi bir üslup kullanılırdı. Derbi maçlarından önce büyük takımların sembolleşmiş yıldızları aracılığıyla ezeli rekabetlerdeki dostluk dile getirilirdi.

Özel televizyonlarla futbol programlarına yeni bir yayın anlayışı geldi
1990 yılında yayına başlayan ilk özel televizyon kanalı Star 1 ile Türk televizyon dünyası yepyeni bir döneme girdi. Spor yayıncılığına yeni bir soluk geldi. Büyük takımlarda simgeleşmiş isimlerin yorumcu, kulüp yöneticilerinin ise konuk olarak katıldığı haftalık programlarda haftanın lig ve kupa maçları, TRT’dekine göre daha rahat ve arkadaşça üsluplarla konuşulur, saha içi ve saha dışına ilişkin düzeyli değerlendirmeler yapılır, büyük takımlar arasındaki rekabet ön plana çıkarılırdı. Futbolseverlerin hoşuna giden bu yeni tat, futbolun genç sporseverler tarafından sevilmesini sağlamakla birlikte, futbol odaklı bir sporseverlik anlayışı oluşmasına yol açtı. Zira, özel televizyon kanalları kazanç odaklı kurumlar oldukları için yalnızca futbola değinmeyi tercih ettiler. TRT’nin ısrarla sürdürdüğü amatör spor dallarına ilişkin yayınlar ilgi çekmemeye başladı, Türkiye’de yalnızca futbol konuşulur oldu.
Futbol yayıncılığı futbolun bir spor dalı olduğunu gözardı etti
1990’lı yılların yarısına henüz gelinmişti ki özel televizyon kanallarının sayısı akıldan sayılamayacak kadar arttı. Futbol yayıncılığının sağladığı büyük karı gören birçok özel televizyon kanalı, rekabette öne çıkma uğruna medya etiğine ve sporun ruhuna aykırı programlar yapmaya başladı. Futbol, kazanma ve kaybetme çerçevesi içerisine hapsedildi. Habercilik ikinci plana atılarak, açık oturumlara ağırlık verildi. Bu programlarda saha içinde oynanan oyuna kısaca değinildi; sürenin büyük bölümü yöneticilerin birbirlerine attıkları laflara, holiganlar arasında çıkan kavgalara, hakem hatalarına ayrıldı. Büyük takımları temsil ettikleri varsayılan amigovari yorumculara yer verilerek saygısız üsluplar desteklendi, sansasyon peşinde koşuldu. Futbolcuların sporcu kişiliğine değinilmeksizin, aldıkları ücretlerin haklılığı masaya yatırıldı; attığı bir gol ile göklere çıkartılan bir futbolcu, bir sonraki maçta yaptığı hata nedeniyle yerin dibine batırıldı. Geç saatlerde ağızlardan küfürlü sözler kaçtı, maç sonuçları üzerine bıyık kesme iddialarına girildi. Futbolcuların göz alıcı becerileri ve teknik direktörlerin taktik yetenekleri yerine yöneticilerin karşılıklı restleşmeleri gündeme alındı, canlı bağlantılarla yöneticiler arasındaki tartışmalar kızıştırıldı. Tartışmalı pozisyonlara ışık tutmaları için programlara çıkan hakem hocaları tarafından çekişmeleri körükleyecek şekilde görüşler verildi.
Spor medyası bindiği dalı kestiğinin farkına varamadı
Televizyon kanalları eğitici, bilgilendirici ve öğretici işlevlerini yok saydı; ‘Halk bunu istiyor’ şeklinde savunulan bu yayın anlayışı bilinçli futbolseverleri futboldan soğuttuğu gibi, futbolun eğlence ve rahatlama sağlayan bir uğraş olma özelliğini yitirmesine neden oldu. Televizyon tarafından yapılan yayınlar, insanların beyninde kavga, sürtüşme, nefret olgularını çağrıştırır oldu. Futbolseverler, televizyonda gördükleri ortamlardan rahatsızlık duymaya başladı. 3 Temmuz 2011’de Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından başlatılan şike soruşturmasının ardından futbol dünyasında başlayan çekişme ve sürtüşmeler, daha önceki yıllarda futbolseverlerde oluşan soğukluğu bıkkınlığa çevirdi. Şike iddialarının uyandırdığı hayal kırıklığının yanında, televizyon programlarında yaşanan restleşmeler ve sert tartışmalar futbolseverleri boğdu. Yıllardan beri süregelen huzur bozucu ortamdan kurtulmak isteyen futbolseverler lig maçlarını seyretmeyi bıraktı, spor programlarının izlenme oranı düştü, tribünler boşaldı, Türk futbolu önemli sayıda izleyici kaybetti. Spor programları, medyanın temel işlevini göz ardı eden yayınlar yaparken, futbolun temel işlevini de gözardı ettiğini göremedi. Futbol rahatlatıcı, dinlendirici, mutluluk veren bir uğraş olarak görülürken, televizyon programları tarafından gerginlik, kavga ve çekişme dolu bir içerikle sunulunca, sporseverlerin ilgisini kaybetti. Tüm bu yaşananlardan sonra spor medyası bindiği dalı kestiğini fark etmiş olacak ki geçen sezonun başından itibaren televizyondaki spor programlarında ciddi bir iyileşme gözlemleniyor. Televizyon kanalları futbol programlarının çoğunda eğitim seviyesi yüksek, üslubu ve diksiyonu düzgün spor adamlarına yer vererek futbol izleyicilerini geri kazanmaya çalışıyor. Tartışmalar ağırlıklı olarak saha içine yönelik olduğu gibi, hakemlere ve futbolculara yönelik eleştirilerde sözcükler dikkatle seçiliyor, kulüplerin yönetim anlayışları masaya yatırılıyor, içi boş iddialardan uzak duruluyor, şiddet ve küfür her fırsatta yeriliyor.
Televizyonlar, sporun ruhu ve işleviyle örtüşecek şekilde yayınlar yaptıklarında toplumun gelişmesine katkıda bulundukları gibi, bilinçli seyircilerin ilgisini de cezbederler. Ekonomik kazanç, televizyon kanallarının varlığı için kaçınılmaz bir gerçek ise, sportif değerlerin varlığı da spora ilginin devamlılığı için vazgeçilemez bir zorunluluktur. Spor programlarının yayın anlayışlarına ilişkin olumlu gelişmeler sürdürülmelidir. Son yıllarda kaydedilen gelişmeler hem spor dünyası hem spor medyası için önemli kazanımlar sağlayacaktır.
Kaynaklar:
·         Kitle İletişim Araçları ve Spor / Füsun Öztürk Kuter / www.sporbilim.com
·         Spor Medyasının Toplum Üzerindeki Sosyolojik Etkisi / Bahar Ünsal – Fikret Ramazanoğlu / www.jret.org
Yayın Tarihi: 1 Mayıs 2015
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

Tenis Efsanesi Roger Federer İstanbul'da

Hoşgeldiniz Majeste!

Yaşayan efsane, Roger Federer… Bazılarına göre tüm zamanların en büyük tenisçisi… İsviçreli ünlü raket, TEB BNP Paribas İstanbul Open’de oynamak üzere 27 Nisan – 03 Mayıs tarihleri arasında Türkiye’de…
Son yıllarda popülaritesi artan TEB BNP Paribas İstanbul Açık Tenis Turnuvası, bu yıl 27 Nisan-03 Mayıs tarihleri arasında oynanıyor. Geçtiğimiz yıllarda Venus Williams, Maria Sharapova ve Serena Williams’ı seyreden Türk tenisseverler, bu yıl Roger Federer’i seyretme şansına sahip olacak. ‘Tenisin Prensi’ Roger Federer, erkeklerde günümüzün en büyük tenisçisi sayıldığı gibi, bazı otoriteler tarafından ‘gelmiş geçmiş en büyük tenisçi’ olarak görülüyor. Tenis dünyasında mütevazı ve nazik kişiliği ile tanınan efsane isim, 34 yaşında olmasına rağmen dünya sıralamasının ikinci sırasında.
Olağanüstü Bir Kariyer…
Maestro; 1981 yılında, Basel’de doğdu. Babası İsviçreli, annesi Güney Afrikalı… Çocukluğunda birçok spor dalında başarılı görünmekle birlikte futbol ve tenise daha fazla ilgi duyan Roger, bir süre ikisini beraber yürüttükten sonra, İsveçli tenisçi Stefan Edberg’e duyduğu hayranlığın ağır basması nedeniyle tenisi tercih etti, 1998 yılında profesyonel tenis dünyasına adımını attı. İlk şampiyonluğunu İsviçre Ulusal Takımı formasıyla, 2001 yılında Hopman Cup’ta, Martina Hingis ile beraber çiftler kategorisinde kazandı. Tek erkeklerde ilk şampiyonluğunu ise aynı yıl Milano Açık Tenis Turnuvası’nda elde etti. 2003 yılında Wimbledon Açık Tenis Turnuvası’nda kazandığı şampiyonluk, ilk grand slam zaferi oldu. 2003 yılını dünya sıralamasının ikinci sırasında kapatan Roger Federer, Avustralya Açık Tenis Turnuvası’nı kazandıktan sonra, 02.02.2004 tarihinde dünya sıralamasının bir numaralı koltuğuna oturdu ve 237 hafta boyunca ünvanını aralıksız sürdürerek rekor kırdı. 2009 ve 2012 yıllarında birer kere daha bir numaraya yükselen Federer, toplamda 302 hafta boyunca bir numarada kalması nedeniyle  ‘en uzun süre bir numarada kalma’ rekorunu da elinde tutuyor. 2004 yılında Avustralya, Wimbledon ve Amerika Açık Tenis Turnuvalarını kazanarak, en son Mats Wilander tarafından 1988 yılında gerçekleştirilen ‘bir yıl içerisinde üç grand slam kazanma’ başarısına ulaşan usta oyuncu, 2006 ve 2007 yıllarında aynı başarıyı yinelemek gibi özel bir gurura sahip. İsviçreli raket; Avustralya Açık Tenis Turnuvası’nda dört, Fransa Açık Tenis Turnuvası’nda bir, Wimbledon Açık Tenis Turnuvası’nda yedi, Amerika Açık Tenis Turnuvası’nda beş şampiyonluk olmak üzere toplam 17 kere grand slam turnuvası şampiyonluğu ile tenis tarihinin en çok grand slam zaferi kazanan tenisçisi olma rekorunu da elinde bulunduruyor. 11 Ocak 2015’te, Brisbane International Turnuvasında kazandığı final maçı ile, 1000 galibiyet seviyesini aşan üç tenisçiden biri olma başarısına ulaştı. Bugüne kadar tek erkeklerde toplam 84, çiftlerde toplam 8 şampiyonluk kazandı. Profesyonel başarılarının yanında, İsviçre Ulusal Takımı adına da kazandığı büyük başarılar var. 2001 yılında Hopman Cup, 2014 yılında Davis Cup şampiyonluklarını elde etti. 2008 Pekin Olimpiyatlarında çiftlerde olimpiyat şampiyonu olurken, 2012 Londra Olimpiyatlarında teklerde gümüş madalya kazandı.

Mükemmel Bir Stil…

Roger Federer’in bu kadar büyük başarılar kazanmasındaki önemli etkenlerden birisi, tabii ki, eşsiz oyun stilidir. Günümüz tenisçileri gibi arka çizgide oynamayı tercih etse de, filede de son derece rahat ve etkili oynar. Hızı, parlak tekniği ve etkili vuruşları sayesinde kortun tamamına hakimdir. Bugün çok seyrek kullanılan backhand smaç ve yarım vole gibi vuruşları ustaca kullanır. Federer’in backhand’i tek ellidir. Forehand’i ise John McEnroe tarafından ‘tenisteki en büyük vuruş’ olarak değerlendirilmektedir. Üstün teknik becerisi sayesinde ‘spin’ ve ‘slice’ gibi vuruşları çok etkili kullanabildiği için, rakibinin hata yapmasını beklemek yerine, atak yaparak sayı almaya yönelir. Çok iyi bir dengeye sahip olması nedeniyle çok sık sert vuruşlar yaptığı halde yorulmaz. Son derece estetik bir stili vardır, kortta kendisini seyrederken dans ettiğini düşünebilirsiniz. Jimmy Connors, Federer’in oyun stilindeki çok yönlülüğü ‘Hem toprak, hem çim, hem sert zemin ustası demek yerine kısaca Roger Federer denmeli’ şeklinde değerlendiriyor.

Roger Federer, İstanbul’a ilk defa geliyor

Bugün 34 yaşında olan Federer, daha önceki büyük tenisçilere göre çok daha uzun bir süre zirvedeki yerini korudu, hala korumaya devam ediyor. Grand slam turnuvalarında şampiyonluğa oynamaya devam etmesinin yanında, son yıllarda daha önce katılmadığı turnuvalara katılarak yeni heyecanlar keşfetmeyi tercih ediyor; yeni kupalar ile zafer koleksiyonunu zenginleştiriyor. İstanbul’a geleceği ilan edildikten sonra, Türkiye ve İstanbul ile ilgili düşünceleri sorulduğunda ilgi çekici bir yanıt verdi:

Çocukluk ve gençlik çağımda, sınıfımda ve futbol oynadığım takımda çok sayıda Türk arkadaşım vardı. Okulda, Türkiye’nin konu edildiği bir çalışma yaptığımızı hatırlıyorum. Türkiye her zaman ilgimi çeken bir ülke olmuştur. Takvime baktığımda, programımı ayarlayabileceğimi düşündüm ve İstanbul’a gelmeye karar verdim. İstanbul ile ilgili; ‘batı ile doğunun, avrupa ile asyanın buluştuğu yer’ gibi çok harika şeyler duymuşumdur.

Roger Federer, kazandıktan sonra yaptığı zafer konuşmalarında esprili ve kibar olduğu gibi, rakiplerini öven ifadeler kullanmasıyla tanınır. Tenisin entellektüel yapısına çok yakışan, tenisin saygınlığını yücelten bir sporcudur. TEB BNP Paribas Istanbul Open’e katılması Türkiye’nin spor dünyasındaki değerini arttıran önemli bir adımdır. Türk sporuna, turnuvanın düzenleneceği ‘Koza World of Sports’ gibi, sporseverlerin koltuklarını kabartan tesisler kazandırıldığı takdirde; son yıllarda teniste gerçekleştirilen göze çarpıcı atılım, diğer spor dallarında da sürdürülebilir. 

Yayın Tarihi: 13 Nisan 2015

Yayın Ortamı: İndigo Dergisi