Spor Dünyası Ragbi Yıldızı Jonah Lomu İçin Yasta

Ragbi dünyasının unutulmaz süper yıldızı Jonah Lomu… 30 Kasım’da Eden Park Stadyumu’nda halkının geleneksel dansı haka eşiliğnde gözyaşları ile uğurlandı. Beklenmedik ölümü, tüm spor dünyasını yasa boğdu…


Jonah Lomu kimdir?

Jonah Lomu, 1975’te Yeni Zelanda’da doğdu. Tonga kökenliydi… 119 kilo ağırlığı ve 1.96 metre boyu ile bir devi andıran cüssesine rağmen, 100 metreyi  10.8 saniyede koşabiliyordu. Güç, hız ve dayanıklılığın kusursuz bir sentezi olarak sol kanatta harikalar yarattı. Bir gergedan kadar güçlü, şimşek kadar hızlıydı. Pasifik Okyanusu’nun dalgaları gibiydi… Önüne çıkan engelleri yıkıp geçer, kendisini yere indirmek için sarılan rakiplerini beraberinde sürüklerdi. Kendisiyle özdeşleşen 11 numaralı formasıyla ragbiye hiçbir oyuncunun katamadığı, dayanılmaz bir seyir zevki kazandırmıştı.

Jonah Lomu spor ile dünyaya barış getirmek için çalışıyordu

Yeni Zelanda ulusal takım formasını 63 kere giydi, 185 sayı kaydetti. Ulusal takımlar ve kulüpler seviyesinde büyük başarılara imza attı, istatistikleri altüst etti. 1995 yılında Güney Afrika Dünya Kupası’nda gösterdiği performans sayesinde ragbi sporu daha önce görülmemiş bir popülarite kazanarak küresel bir spor haline geldi. Lomu, Peace and Sport (Barış ve Spor) Örgütü’nün kurduğu, 54 seçkin sporcunun üye olduğu Champions for Peace Kulübü’ne (Barış Şampiyonları Kulübü) üyeydi. Spor aracılığıyla dünyaya barış getirmek üzere çalışıyordu.

1995 yılında, olağanüstü yeteneği henüz keşfedilmişti ki, az rastlanan bir böbrek rahatsızlığı olduğu saptandı. Bir yandan ragbi oynarken, bir yandan amansız hastalığıyla mücadele etti. Tedavisi nedeniyle zaman zaman ragbiye ara verdi, böbrek nakli oldu, ilaç tedavisi gördü. 2007 yılında hastalığı nedeniyle kariyerine nokta koymak zorunda kaldı. Yeni Zelanda Ulusal Takımı Antrenörü’nün ifadesine göre spor yaşamı boyunca, hastalığı nedeniyle, %80 kapasiteyle oynayabildi.

Efsanevi sporcu, spor dünyası tarafından sonsuza dek hatırlanacak. Henüz 40 yaşındayken sevenlerine veda etmiş olsa da, insanların yaşamına kattığı paha biçilmez anılar hiçbir zaman unutulmayacak…
Yayın Tarihi: 02 Aralık 2015
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

http://indigodergisi.com/2015/12/spor-dunyasi-ragbi-yildizi-jonah-lomu-icin-yasta-ragbi-ragbiciler-jonah-lomu-kimdir/

Madalya Mı, Kemer Mi?

Boğazın Boğası aramızdan ayrıldı. Sam’ın geçen yıl verdiği bir röportaj profesyonel boksun gerçekleriyle ilgili düşündürücü mesajlar vermekte…


Boks denince aklımıza güç ve dayanıklılık gelir. Dövüşmeyi sevenler için vazgeçilmez bir uğraştır. Amatör boks ve profesyonel boks olarak ikiye ayrılır. Çoğu sporsever ikisi arasındaki farkı bilmez, dövüşe odaklanır. Şampiyonların gücüne imrenir, yenilenler için üzülür. 

Boks, 19. yüzyılın ikinci yarısında doğdu. Liseler, üniversiteler ve silahlı kuvvetler bünyesinde yaygınlaşmasına karşın işçi sınıfı tarafından ilgi gösterilen bir spor olarak gelişimini sürdürdü. Sokaklarda sıkça görülmeye başlanan ‘paralı dövüş’ eğlencesine karşı sportmence dövüşmeyi yücelterek, 1904 yılında olimpik bir spor dalı olarak tanındı. Olimpik ruh ve ahlaki değerler boksun temel ilkelerinin başında gelir; dereceye giren sporcular madalya ile ödüllendirilir. International Boxing Association (IBA – Uluslararası Boks Birliği) ve bu birliğe bağlı kurumlar tarafından yönetilir.
19. yüzyılın sonlarına doğru Avrupa ve Amerika’nın arka sokaklarında başlayan ‘paralı dövüş’ eğlencesi, dövüşçülere ve organizatörlere büyük tutarlar kazandırmaya başlayınca, paralı dövüşleri belli kurumsallaştırma gereksinimi hissedildi. Böylece ‘profesyonel boks’ doğdu… 1920 yılında National Boxing Association (Ulusal Boks Birliği) kuruldu; 1922 yılında profesyonel boksun en büyük otoritesi kabul edilen The Ring dergisi yayın yaşamına başladı. Profesyonel boksun popülaritesi gün geçtikçe o derece arttı ki ünvan veren çok sayıda uluslararası ve bölgesel federasyonlar kuruldu. Bugün, dünyanın en popüler olaylarından birisi, ünvan maçlarıdır. Şampiyonluk ünvanını kazanan boksör, kemer ile ödüllendirilir. Gelir ve kazanç yüz milyonları aşar, dünya televizyonları tarafından yayınlanır, gazete manşetlerinde geniş yer bulur.
Profesyonel Boks servet ve kemer, amatör boks saygınlık ve madalya kazandırır
Boks, güç ve dayanıklılığı ön plana çıkartır. Sporcular ağırlıklarına göre sikletlere ayrılır; yalnızca kendi sikletlerindeki rakiplerle karşılaşırlar. Boksörler, dövüşürken ağızlarına dişlik, ellerine yumuşak eldivenler giyerek yaşamsal risklerden korunurlar. Amatör boks, boksörlerin başlarına koruyucu takmalarını da zorunlu tutar. Profesyonel boksun amatör bokstan en önemli farklarından birisi, maçların daha uzun sürmesidir. Az ilgi gören, kazancı düşük maçlar 4 raunt üzerinden yapılmakla birlikte seyirci çeken maçlar 12 raunt üzerinden yapılır. Maçlar oldukça sert ama, meraklılarının bakış açısıyla, bir o kadar da zevkli geçer. Amatör boks saygınlık ve gurur kazandırmakla yetinirken, profesyonel boks şöhret ve servet de kazandırır. Bu nedenle, amatör boksörlerin çoğu genç yaşta şampiyonluklar kazandıktan sonra yollarına profesyonel boks dünyasında devam ederler.
Boks tarihinin tozlu sayfalarını açtığımızda yeri göğü sarsan, boksseverlerin hala unutamadığı onlarca büyük şampiyonlar görmekteyiz. Jack Dempsey, Joe Louis, Max Schemling, Rocky Marciano, Sugar Ray Robinson, Muhammed Ali, Joe Frazier, George Foreman, Mike Tyson, Lennox Lewis gibi büyük boksörlerin hepsi profesyonel boksta kazandıkları başarılar sayesinde unutulmazlar sınıfına erişmişlerdir.
Türk boksunun gururu, Boğazın Boğası Sinan Şamil Sam…
Türkiye’de boks birinci dünya savaşı sonrasında başladı; ilk boks kulübü 1919 yılında İstanbul’da kuruldu. Türk boksörler ilk uluslararası karşılaşmalara 1928 yılında, Moskova ve Bakü’de katıldılar. Amatör boksta birçok sporcumuz Olimpiyat, Dünya, Avrupa ve Akdeniz Oyunları gibi büyük organizasyonlarda madalyalar kazandı, Türk Bayrağı’nı madalya seremonilerinde dalgalandırma şerefine erişti. Bazı başarılı boksörlerimiz profesyonel boksta da boy göstererek önemli başarılar elde etti. Bunlardan birisi, ‘Boğazın Boğası’ olarak anılan Sinan Şamil Sam’dı.
Sinan Şamil Sam; 1974 yılında Frankfurt’ta doğdu. Amatör kariyeri boyunca dokuz Türkiye, bir dünya şampiyonluğu ve bir Avrupa şampiyonluğu başta olmak üzere birçok ulusal ve uluslararası başarılara imza attı. 2000 yılında profesyonel oldu. Ağır siklette 35 maç yaptı, 31’inden zaferle çıktı. EBU Avrupa Ağır Siklet Boks Şampiyonluğu, WBC Dünya Kıtalararası Ağır Siklet Boks Şampiyonluğu kemerlerini kazandı. Boğazın Boğası, 30 Ekim 2015 tarihinde yaşama gözlerini yumdu, arkasında kendisini hala alkışlayan milyonlarca hayran bıraktı. Boksseverler tarafından her zaman sevgi ve saygıyla hatırlanacak.
‘Profesyonel Boks, bir bakıma kiralık katilliktir.’
Boks, yapısı gereği fiziksel açıdan çok yüksek bir güç ve dayanıklılık gerektirir. Boksörlerin yaşadığı acı ve aldıkları yaralar birçok kere medyaya yansımış, özellikle profesyonel boksun insan sağlığı üzerinde doğurabileceği etkiler sorgulanmıştır. Büyük şampiyonumuz Sinan Şamil Sam’ın geçen yıl verdiği bir röportajda söylediklerinin altını çiziyorum.
"24-25 sene bu sporu yapmışım, neyini özleyeceğim? 100 tane yumruk atıyorsun, 99 tane yiyorsun. Bir yumrukla maçı kazanıyorsun. Sonuçta ‘dayak yemedim’ öyle mi, bir de bana sorun. Vücudumda kırılmadık kemik, açılmadık göz altı kalmadı. Gözümün altına ellisekiz, kaşıma yedi dikiş attılar, onikiden fazla ameliyat oldum. Bileğim kırıldı, liflerim yırtıldı, fıtık ameliyatı oldum… Profesyonel boks bir bakıma kiralık katilliktir. Sizi korumaları lazım, altyapınızın sağlam olması lazım. Profesyonel boks adım adımdır, 4 rauntla başlarsın, 12’ye çıktığınızda artık dünya klasmanındasınızdır. Büyüklerle dövüşmek zorunda kalırsınız, artık kaçış yoktur."
Profesyonel Boks, insan bedeninin hoşgörü sınırlarını zorluyor.
Şu ana kadar yapılan bilimsel araştırmalar insan sağlığına zarar verdiğine ilişkin kesin bir kanıt sunamasa da profesyonel boks insan bedenine verdiği zararlar açısından sorgulanmalıdır.
Profesyonel boksun kuralları boksseverlerin seyir zevkinden soyutlanarak yeniden düzenlenmeli, yıpratıcı etkisi insan bedeninin kabul edebileceği düzeye indirilmelidir. Zor şartlarda yaşayan ve geleceğini garanti altına almaya çalışılan pırıl pırıl gençler düzlüğe çıkmak uğruna çok ağır antrenmanlar yapmakta ve çok sert maçlara çıkmaktadırlar. Gençken fiziksel zorlukların üstesinden geliyor olsalar da ilerleyen yaşlarda ciddi sağlık sorunları yaşama riski yüksektir. Profesyonel boks maçlarının raunt sayısı azaltılmalı, başa ve bedenin belli bölgelerine koruyucu araçlar takılmalıdır. Amaç rakibi tüketmek değil, yenmek olmalıdır. Unutmamalıdır ki, profesyonel boksun temelinde olimpik bir spor olan amatör boks vardır. Profesyonel boksun kuralları yumuşatılmadıkça, bokstan hoşlanan gençler amatör boks ile yetinmelidir.
Yayın Tarihi: 21 Kasım 2015


Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

Passolig Kart: Zeytin Dalı Mı, Dikenli Tel Mi?

Passolig Kart, öylesine büyük bir fırtına kopardı ki siyasi partilerin seçim bildirgelerine bile girdi. Taraftar Kartı uygulaması sürdürülmeli mi, kaldırılmalı mı? Holiganizme karşı verilen mücadele popülizme kurban mı ediliyor? Yoksa, paasolig özgürlükleri kısıtlayan anti demokratik bir uygulama mı?
Futbol, 19. yüzyılın ortalarında alt kültürün eğlencesi olarak tüm dünyaya yayılmış, 20. yüzyılın ortalarından itibaren ülkeler arasındaki farklılıkları geriye itmiş, küreselleşen dünyayı saran ortak bir heyecana dönüşerek kitleleri peşinden sürükleyen popüler bir eğlence haline gelmiştir. Futbolun insanlar için basit bir oyundan daha fazlasını ifade etmesinin en büyük nedeni, insanların kalbinde alevlendirdiği taraftarlık duygusudur.
Taraftarlık, bir takıma karşı sevgi gösterme, onu destekleme anlamına gelir. Taraftar, futbolun doğasında varolan takım ruhunun bir parçasıdır; bireysel dünyasında aradığı desteği, aidiyet ve kimlik edinme ihtiyacını tuttuğu takımda bulur. Tuttuğu takım başarılı olduğunda güven hisseder, kıvanç duyar, mutluluktan yerinde duramaz; tuttuğu takım başarısız olduğunda kişisel bir kayıp hisseder, üzülür, yıkılır. Taraftarlık öylesine görkemli ve öylesine masum bir duygudur ki karşılık beklemeden duyulan tek sevgi türüdür. Taraftar, tuttuğu takımı hiçbir karşılık beklemeden sever, ayrılmaz bir parçası olarak görür. Bu özel duygu fanatizm olarak adlandırılır. Fanatizm, futbolun yaşamasını sağlayan en besleyici kaynak olarak göze çarpar. Fanatikler, takımlarını yaşamlarının bir parçası olarak görür. Takımları varsa, onlar da vardır; takımları yoksa onlar da yoktur.
17 Eylül 1967'de Türk Futbolu Holiganizm ile Tanıştı 
Fanatizm sosyal yaşamın doğal bir gerçeği olarak kabul görmekle birlikte, şiddet ve saldırganlık içerdiği takdirde holiganizm adı verilen son derece tehlikeli bir yapıya bürünür. Futbolun gelişim gösterdiği yıllardan beri varolan seyirci şiddeti, 20. yüzyılın başından itibaren Avrupa ve Latin Amerika’da ciddi sayıda yaralanma ve ölümlere yol açan olaylara neden oldu. Türk futboluna baktığımızda, 1950’li yılların başına kadar şiddet içeren kayda değer bir olayın meydana gelmediği görülüyor. 1950’li yılların başında futbolun profesyonelleşmesi ile artan baskı ve gerilim nedeniyle olsa gerek, seyirciler arasında kavga ve küfürleşme gibi olaylara rastlanmaya başlandı. 1959 yılında Birinci Lig, 1963 yılında İkinci Ligin kuruluşuyla şehirler arasındaki rekabet zarar verici düzeylere çıktı. 17 Eylül 1967 tarihinde Kayserispor ile Sivasspor arasında oynanan 2. Lig maçında gerşekleşen felaket Türk futbolunda bir ilktir.
Kayserispor’un 20. dakikada 1-0 öne geçmesi sonrasında futbolcuların birbirine girmesiyle başlayan olaylar, Kayserili seyircilerin Sivaslılar’ı taş yağmuruna tutmasıyla çığrından çıktı. Sivaslılar, kendilerine atılan taşları Kayserililer’e geri atmaya başlayınca, seyirciler birbirine girdi, stadyumdaki 20.000 taraftar büyük bir felakete sürüklendi. Otuzsekizi Sivaslı olmak üzere otuzdokuz kişi öldü, bir taraftar bıçaklanarak yaşamını yitirdi, altıyüzü aşkın taraftar yaralandı. Olayın Sivas’ta duyulmasıyla kendini kaybeden Sivaslılar, Kayserililer’e ait dükkanları ve işyerlerini darmadağın ederek yağmaladılar. Ertesi gün Kayserililer, Sivaslılar’a ait işyerlerini ateşe verdiler. Olay, dönemin başbakanı Süleyman Demirel’in bizzat müdahalesi sonucunda sona erdi. Kayserispor-Sivasspor maçı, spor tarihimizin en üzüntü verici olayıdır. O gün holiganizm Türk futbolunun yakasına yapıştı, bir daha da hiç bırakmadı.
29 Mayıs 1985'de Heysel Faciası Yaşandı
29 Mayıs 1985 tarihinde Heysel’de, Liverpool ile Juventus arasında oynanan Avrupa Şampiyon Kulüpler Kupası final maçında yaşanan facia, tüm dünyada holiganizm ile ilgili farkındalık yaratması açısından son derece kritik bir olaydır. Liverpool’lu holiganların Juventus taraftarlarına saldırması nedeniyle çıkan karışıklık sonucunda otuzsekiz İtalyan, bir Belçikalı taraftar yaşamını kaybetti, altıyüz taraftar yaralandı. İngiliz takımları beş yıl, Liverpool ise altı yıl Avrupa kupalarından men cezası aldı.
Dünya, holiganizmin boyutlarını Heysel’in neden olduğu şok ile gördü. Holiganizm nedir, holiganlar kimdir, insanlar futbol uğruna neden böyle davranırlar gibi sorular çok uzun süre gündemde kaldı. Kısaca değinmek gerekirse, holiganizmin geçmişi 19. yüzyıla dayanır. 1898 yılında Daily News gazetesi, maçlarda kavga çıkaran seyircilere Londra’da yaşayan kavgacı ayyaş İrlandalı Patrick Hooligan’ın adından esinlenerek “holigan” adı verir. O günden beri futbol teröristlerine holigan denilmektedir.
Holiganlar ile ilgili birçok bilimsel inceleme yapılmış ve son derece çarpıcı sonuçlara ulaşılmıştır. Holiganlar tek tek ele alındıklarında barışsever olarak bilinmekle birlikte, kitle içerisine girdiklerinde davranışları ilkel insanlarınkine benzer. Çevrelerine uyum sağlayamazlar, yaptıklarının sonuçlarından utanmazlar ve pişmanlık duymazlar. İçinde bulundukları kitleden güç alırlar. Çok rahat yalan söylerler, kural tanımazlar, kolaylıkla kavga çıkarabilirler ve karşılarındakilerin ölümlerine yol açabilecek zararlar verirler. En dehşet verici olan nokta ise, yaptıklarının bilincindedirler.
Heysel Faciası ile uyanan çağdaş dünya holiganizme engel olmak için ciddi önlemler alma yoluna gitti. Avrupa Konseyi, 19 Ağustos 1985’te Sportif Karşılaşmalarda Özellikle Futbol Maçlarında Seyircilerin Şiddet Gösterileri ve Taşkınlıklarına Dair Avrupa Sözleşmesini imzaladı. FIFA ile ortak çalışmalar yürüten çağdaş ülkelerde seyirci şiddeti yok denecek kadar azaldı. Bugün, uygar ülkelerin stadyumlarında futbol maçları şölen ve eğlence havasında geçmekte, futbol sosyal bir etkinlik olarak görülmektedir.
Heysel Faciası sonrasında çağdaş ülkelerde görülen gelişmeler, ne yazık ki, Türkiye’de görülemedi. Hatta, 1980’li yılların ikinci yarısından sonra ciddi derecede arttı. Maçlardan önce randevulaşan holigan grupların çivili sopa, satır, döner bıçağı gibi öldürücü cisimler kullanarak birbirileriyle kavga ettikleri görülmeye başlandı. Hakem ve oyunculara bıçak, pet şişe ve madeni paralar atılması, son derece seviyesiz sözcükler içeren tezahüratlar yapılması, tribünlerdeki taraftarların birbirlerine saldırması veya yabancı cisimler atması gibi düşündürücü olaylar gittikçe sıklaştı.
Siyasi liderler sorunu gözardı etmeyi yeğledi; bazı kulüp yöneticileri holigan grupları kendileri lehine tezahürat yaptırmak için kullandı; medya holigan davranışlara gereğinden fazla yer vererek dengesi bozuk insanları farkında olmadan holiganizme özendirdi; emniyet güçleri gözaltına aldıkları holiganları serbest bırakarak caydırıcı olmayı başaramadı. 28 Nisan 2004 tarihinde ‘Spor Müsabakalarında Şiddet ve Düzensizliğin Önlenmesine Dair Kanun’ yürürlüğe konsa da, fark yaratacak bir kazanım sağlanamadı. Holiganizm o derece rahatsızlık verici bir boyuta ulaştı ki, bilinçli futbolseverler stadyumları terk etme yolunu seçtiler. Zira, Türk futbolunda ne tat kaldı, ne de tuz…
Passolig Kart Uygulaması Soruna Çözüm Getirebilir mi?
19 Nisan 2014 tarihinde yürürlüğe giren Passolig Kart uygulaması Türk futbol dünyasında holiganizme karşı alınan ilk önemli önleyici tedbir olarak göze çarpıyor. Her ne kadar uygulama ilk yürürlüğe konduğunda, Gezi Olayı’nın etkisiyle tepkiyle karşılanmış olsa da, zamanla futbolseverler tarafından benimsendi; taraftar kartı üye sayısı 1,5 milyona yaklaştı. Passolig Kart, yürürlüğe konduğu dönemdeki siyasi ve sosyal ortamdan soyutlanarak değerlendirilmelidir. Şöyle ki, son bir buçuk yıl içerisinde stadyumlarımızda görülen şiddet olaylarının azaldığı inkar edilemez bir gerçektir. Sistemin işleyişinde aksaklıklar olduğu düşünülüyorsa, uygulamayı kaldırma yerine yeniden yapılandırma yoluna gidilmesinin yerinde olacağı kanısındayım. Zira, taraftar kartı uygulamasının kaldırılması holiganları rahatlatacak ve stadyumlar yeniden şiddet ve huzursuzluk ile dolacaktır. Demokrasinin beşiği olarak görülen İngiltere, yıllar önce benzer bir uygulamayı devreye sokarak holiganizme karşı büyük bir başarı elde etti. Ülkemizdeki uygulamadan farklı olarak, İngiltere Futbol Ligi’nde taraftar kartı bir banka tarafından değil, kulüpler tarafından veriliyor.
Kayserispor-Sivasspor maçından itibaren futbolumuzda can kaybı ve yaralanmalara neden olan birçok olay meydana gelse de holiganizm geçici önlem ve yaptırımlarla geçiştirildi, üzerine gidilmedi. Taraftar Kartı uygulaması, Türk futbol dünyasını çağdaş ve uygar bir çevreye kavuşturma sürecinin parçalarından birisi olarak göze çarpıyor. Passolig, çağdaş bir futbol ortamı oluşturma hedefine yönelik ufak ama önemli bir adımdır. Fiziksel şiddetin çözümünün ardından yeni önlemler geliştirerek sözel şiddete odaklanılmalı, stadyumlara konulacak kameralar aracılığıyla küfür ve argo ifadeler içeren tezahüratlar yapan grupların stadyumlara girişi engellenmelidir. Zira, tribünlerimizdeki ortam hala daha Türk futbolunun geleceğini tehdit eder noktadadır. Türk futbolunu geliştirmek ve başarılı günlerine geri döndürmek için terbiyeli ve uygar bir seyirci kitlesi yetiştirmek zorundayız.
  • Kaynak: Futbol Olgusu ve Futbolda Asayiş Yönetimi, Ferhat Demir, 2005, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Yayın Tarihi: 15 Ekim 2015

Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

http://indigodergisi.com/2015/10/passolig-kart-zeytin-dali-mi-dikenli-tel-mi/

Everest

Dünya üzerindeki en tehlikeli yer… Hiçbir insan böyle bir yükseklikte hayatta kalamaz… Gerçek bir öyküden esinlenerek çekilmiş, heyecan verici bir film…

Yönetmen: Baltasar Kormakur
Senaryo: William Nicholson, Simon Beaufoy
Görüntü Yönetmeni: Salvatore Totino
Oyuncular: Jason Clarke, Josh Brolin, Michael Kelly, John Hawkes, Robin Wright, Emily Watson, Keira Knightley, Sam Worthington, Jake Gyllenhaal
Yapım Yılı: 2015
Ülke: A.B.D., İngiltere, İzlanda

Bir İnsan Everest’e Neden Tırmanır?

Everest, dünyanın en yüksek dağıdır. Adrenalin tutkunlarının en büyük hayallerinden birisi dünyanın en üst noktasına çıkmak, Everest’in zirvesinde zafer çığlığı atmaktır. Everest filmi, coşku dolu bir maceranın felakete dönüşmesini konu alan, heyecan verici bir film… Öykü, 10-11 Mayıs 1996 tarihinde yaşanan Everest Faciası’nı konu alıyor. Rob Hall ve Scott Fisher adlı iki rehberin yönetiminde Everest’in zirvesine tırmanmak üzere yola çıkan iki grup, dağ koşullarına alışkın ve hazırlıklı olmalarına karşın ciddi zorluklarla karşılaşırlar. Hayallerindeki en büyük macera yaşam mücadelesine dönüşür. Everest Faciası, gerçekleştiği dönemde büyük yankı uyandırmış, olayın kahramanları uzun süre gündemde kalmışlardı. 
Everest, 55 milyon dolar bütçeyle İtalya, İzlanda ve Nepal’de çekildi. Filmin yönetmeni İzlandalı Baltasar Kormakur, 2003 yılında ‘Deniz’ filmiyle İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’ye aday gösterilmiş, FIPRESCI Ödülü’nü kazanmıştı. Kariyerinin başından beri uluslararası film festivallerinde çok sayıda adaylık ve ödül alarak dikkatleri üzerinde toplayan Kormakur’un bir kere daha başarılı bir çalışmaya imza attığı görülüyor. Sade bir anlatım kullanmış. Öyküyü baş karakterler çevresinde anlatmak yerine, tüm karakterlere eşit derecede yer vermiş. Karakterlerin özel yaşamlarına ve duygularına kısa kısa değinerek dağcıların iç dünyalarını yansıtmış. Bazen insanların aklına gelen ‘Bir insan neden Everest’e tırmanır?’ sorusuna birbirinden farklı, çok sayıda yanıt alabiliyorsunuz. 
Zaman zaman eğlenceli, zaman zaman duygusal sahneler içermekle birlikte, filmin büyük bölümü eşsiz Everest manzaraları ve korkutucu tırmanış sahneleriyle geçiyor. Üç boyutlu görüntü teknolojisi filmi görsel açıdan o derece zengin kılıyor ki, kendinizi Everest’ten aşağıya bakar gibi hissedebiliyorsunuz. Filmin kalabalık bir oyuncu kadrosu var. Hava şartlarıyla mücadele edilen sahnelere çok iyi hazırlandıkları belli oluyor. Tırmanış sahnelerinde abartıya kaçılmaması öykünün gerçekçiliğini korumasını sağlamış. Tüm oyuncular başarılı görünmekle birlikte, final bölümünde Jake Gyllenhaal, Josh Brolin, Keira Knightley ve Jason Clarke performanslarıyla parlıyorlar. Filmin giriş ve gelişme bölümünlerinde hissedilen heyecan, finalde yerini üzüntü, saygı ve sevinç ile karışık bir duyguya bırakıyor.


Dağcılık, macera tutkunları ve doğa sporlarını sevenler tarafından tercih edilen bir spor dalıdır. Doğal yaşam ile başbaşa kalmak, zor şartların üstesinden gelmek, insan eli değmemiş doğal güzellikleri görmek gibi heyecanlar insanları dağcılığa iten nedenlerden birkaçıdır. Tehlikeli bir spor olarak görülse de kurallarına uygun olarak yapıldığı takdirde riskler düşüktür. Örneğin, hava şartları ve donanıma ilişkin kurallar esnetilmez. Everest filmi, dağcılığın vazgeçilmez kuralları esnetildiği takdirde ne gibi sonuçlar ile karşılaşıldığı konusunda acı dolu bir ders vermiş. Seyirciye dağcılığın tatlı ve acı yanlarını hissettiren, başarılı bir film. Görüntü yönetmenliği dalında saygın ödüllere aday gösterilmesi sürpriz olmaz. Seyretmenizi öneririm, iyi seyirler…
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

Yayın Tarihi: 21 Eylül 2015

Ragbi ve Bir Ulusun Doğuşu: Tek Takım, Tek Ülke

Nelson Mandela ve Ragbi… Büyük bir önder ve popüler bir spor… Gökkuşağı Ulusu, nasıl doğdu? Sporun barış ve kardeşlik adına neler başarabileceğini anlatan, 1995 yılına ait destensı bir öykü…
Ragbi; dünyanın dört bir yanına yayılmış, 150 yılı aşkın bir süredir oynanan köklü bir spor dalıdır. Tutkunları tarafından ‘centilmenlerin oynadığı holigan bir oyun’ olarak değerlendirilir. 18 Eylül 2015 – 31 Ekim 2015 tarihleri arasında İngiltere’de yapılacak olan Ragbi Birliği Dünya Kupası sporseverler tarafından merakla beklenirken, ragbiye ait unutulmaz hatıralar, maçlar ve şampiyonlar sürekli gündemi meşgul ediyor. 1995 yılında Güney Afrika Cumhuriyeti’nde düzenlenen Ragbi Birliği Dünya Kupası, spor tarihinin en unutulmaz şampiyonalarından birisi olarak bilinir. Yirmi yıl geçmesine karşın hala akıllarda kalmasının nedeni, Güney Afrika Devlet Başkanı Nelson Mandela’nın ragbi dünya kupası aracılığıyla başardıklarıdır. Siyahi lider, ülkesindeki ragbi sevgisini siyah ve beyazlardan oluşan iki parçalı halkını kenetlendirmek için kullanmış, tüm dünyaya barış ve uzlaşma üzerine çarpıcı bir ders vermiştir. Şimdi yirmi yıl öncesine gidelim ve spor tarihinin bu şanlı öyküsünü beraberce analım.
Madiba yaşamını insan haklarına adamış, büyük bir etkincidir.
Nelson Mandela; 1918 yılında, Tembu kabilesi şefinin oğlu olarak dünyaya geldi. Kabile adı, Madiba’dır. O yıllarda Güney Afrika Cumhuriyeti beyazlar tarafından yönetiliyordu. Sayısal açıdan büyük çoğunluğu oluşturan siyahlar, siyasal ve sosyal haklardan yoksun bırakılmışlardı, anavatanlarında ikinci sınıf insan muamelesine boyun eğmeye zorlanıyorlardı. Genç Mandela, siyahlar adına özgürlük mücadelesi veren ANC’ye katılarak örgütün gençlik kollarını kurdu. Beyaz İktidar, 1948 yılında ‘apartheid’ adı verilen ırka dayalı ayrımcılık sistemini yürürlüğe koyduğunda, siyahlar için çok uzun sürecek acı, kan ve gözyaşı dolu bir savaşım başladı. Mandela, savaşımın önderlerinden birisi olarak parlayınca, 1962 yılında ömürboyu hapse mahkum edildi. 28 yıla yakın bir süre tutuklu kalmasına rağmen yılmadı, insan hakları savaşımına hapishaneden önderlik etmeyi sürdürdü.
1990 yılında, dünya kamuoyunun ve siyahların büyük baskısı sonucunda özgürlüğüne kavuştuktan sonra insan hakları savaşımına devam eden Mandela, 1994 yılında, siyah ve beyaz tüm halkın katılımıyla gerçekleşen seçimlerde devlet başkanı seçilerek ülkesinin başına geçti. Siyahlar eşitlik ve özgürlüklerine kavulmuş olsalar da ekonomi, polis, ordu ve zenginlikler beyazların elindeydi. Apartheid nedeniyle yıllarca yalnızlığa mahkum edilen Güney Afrika Cumhuriyeti barınma, işsizlik, açlık gibi sorunlarla başbaşa kalmıştı. Yaşam ölçünü siyahlara kıyasla çok daha iyi olan beyazlar ise, ülkelerinden kovulacakları ve canlarını kaybedecekleri endişesiyle kaygılı günler yaşıyorlardı. Nelson Mandela, gökkuşağı ulusu olarak adlandırdığı çok renkli halkı için umut dolu bir gelecek kurabilmek için, öncelikle birbirinden kopuk durumda olan, siyah ve beyaz parçaları birleştirmek zorunda olduğunu gördü. ‘Gökkuşağı ulusu’ sözde kalmamalıydı. Aradığı fırsatı, ragbi birliği sundu.
Keseli Ceylanlar (Springboks) ülkenin kaderini değiştirdi.         
Nelson Mandela, ragbiye meraklı değildi ama sporun toplumlar üzerindeki birleştirici etkisini gören, dahiyane bir öngörüye sahipti. Güney Afrika Cumhuriyeti, 1995 Ragbi Birliği Dünya Kupası’na evsahipliği yapacaktı. Ragbi; beyazlar için büyük bir tutkuydu ama siyahlar tarafından hiç sevilmezdi. ‘Keseli Ceylanlar’ lakabıyla anılan Güney Afrika Ragbi Milli Takımı beyazlar tarafından çok değerli bir hazine olarak görülürken, siyahların gözünde ırkçılık ve ayrımcılığın simgesiydi. Siyahlar, ragbi milli maçlarında Keseli Ceylanlar’ın rakibini destekler, rakip takım kazanırsa sevinç gösterilerinde bulunurlardı. Bu nedenle, beyazlar ragbi milli takımını kendilerine ait hissederlerdi.
Mandela, tüm dengeleri yeniden inşa etmeye karar verdi. Çalışmalarına, milli takım kaptanı François Pienaar’ı devlet başkanlığı konutunda çaya davet edip dostluğunu kazanarak başladı. Ulusal Sporlar Konseyi’nin ragbi milli takımını yeni bir renk ve simge ile yeniden kurma çalışmalarına karşı çıkarak, milli takımın beyazların elinden alınmasını engellediği gibi, siyahları yeşil-sarı-beyaz formalı Keseli Ceylanlar’ı kucaklamaya çağırdı. Milli takım antrenörü Kitch Christie, takımın eski kaptanı Morne Du Plessis ve Ragbi Federasyonu Başkanı Edward Griffiths’e halkın ortak paydalarını arttıran çalışmalar yaptırdı. Takımın tek siyah oyuncusu Chester Williams şampiyonanın yüzü oldu, milli takım oyuncuları siyahların yaşadıkları mahallelere giderek siyah çocuklara ragbi oynamayı öğrettiler, Edward Griffiths’in geliştirdiği ‘tek takım, tek ülke’ sloganı ile birlik çağrısı yapıldı; ragbi milli takımı beyazların konuştuğu afrikaner dilindeki ‘Die Stem’ adlı eski milli marş yerine, ülkenin yerel dilinde yazılan ‘Nkosi Sikelel’ iAfrika’ (Tanrı Afrika’yı korusun) adlı yeni milli marş eşliğinde sahaya çıkmaya başladı.
Ellis Park Stadyumu tarihi bir maça sahne oldu.
Dünya Kupası’nın başladığı gün, tüm Güney Afrikalılar heyecan içindeydiler. Takımın bir yıl önceki performansı hiç iç açıcı değildi. Analistler evsahibi Güney Afrika’nın çeyrek finalden yükseğe çıkmasının mümkün olmadığını söylüyorlardı. Keseli Ceylanlar şampiyonaya çok hızlı girdiler; Avustralya’yı 27-18, Romanya’yı 21-8, Kanada’yı 20-0 yenerek çeyrek finale çıktılar. Çeyrek finalde Batı Samoa’yı 42-14’lük skor ile geçtikten sonra, yarı finalde Fransa’yı 19-15 yenerek finale çıkmayı başardılar. 24 Haziran 1995 tarihinde, Ellis Park Stadyumu’nda Yeni Zelanda ile Güney Afrika Cumhuriyeti arasında oynanan maç, spor tarihinin en ünlü finallerinden birisi olarak hatırlanır. Karşılaşma, tüm dünyada bir milyar sporsever tarafından izlendi. Güney Afrika Cumhuriyeti, Yeni Zelanda’yı 15-12 yenerek dünya şampiyonluğunu kazandı. Takım kaptanı François Pienaar şampiyonluk kupasını Nelson Mandela’nın elinden aldığı anı “O anda içimden kendisine sarılmak geldi. Harika bir gülümsemeyle beraber ‘Güney Afrika adına yaptıklarınız için çok teşekkür ederim’ dedi. Bunu söylediğine hala inanamıyorum. Mandela’nın yaptıkları daima dahiceydi.” şeklinde anlatıyor. Şampiyonluk kupası havaya kalktığında gökkuşağı ulusu sevinç çığlıkları göklere yükseldi, sokaklarda günlerce kutlamalar yapıldı. Güney Afrikalılar dünya şampiyonu olmanın gururunu beraberce yaşadılar. Nelson Mandela, bu coşkunun sağladığı bütünleşme sayesinde çok renkli bir ulus oluşturmayı başardı. Sonraki yıllarda gökkuşağı ulusu, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ilerlemesini sağlayan birçok çalışma gerçekleştirdi; ülkenin kalkınması sağlandı.
Spor, sosyal sorunların çözümü için önemli bir araçtır.
Bu efsanevi öykü, sporun doğru şekilde kullanıldığı takdirde ne kadar büyük kazanımlar sağlayacağı konusunda Türkiye için iyi bir kıyas noktasıdır. Ne yazık ki ülkemizdeki spor algısı uygar dünyanın spor algısından çok gerilerdedir. Spor, küfür ve kavga aracılığıyla insanların rahatlamasını sağlayan basit bir araç olarak görülmektedir. Halbuki, futbol ve basketbol gibi kitle sporlarının insanlar üzerindeki derin etkisi, doğru dokunuşlar sayesinde birleştirici ve uzlaştırıcı sonuçlar sağlayabilir. Ülkemizin yöneticileri sporu sosyal boyutuyla yeniden ele almalı ve ülke genelinde fark yaratacak uygulamalar gelişirmelidir. Spor, barış ve sevgi dolu değerlere ulaşılmasını sağlayan görkemli bir köprüdür; sosyal barışı egemen kılan başlıca ortak paydalardan birisidir.
Yayın Ortamı: İndigo Dergisi
Yayın Tarihi: 11 Eylül 2015

http://indigodergisi.com/2015/09/ragbi-bir-ulusun-dogusu/

Doping: Zafer Öykülerini Yalana Dönüştüren Canavar

Kazanmak için herşeyi yapmak, kazanmak, kazandığını sanmak… Erdemli olmak mı, zengin olmak mı? Hak etmeden kazanmak, zafer sayılabilir mi? Doping haberleri spor gündemini sarstı… Spor kamuoyu büyük bir hayal kırıklığı yaşıyor.
Türk sporu, altyapı yatırımları ve devşirme sistemiyle yeni bir kalkınma dönemine girmişti ki, Aslı Çakır Alptekin’e verilen sekiz yıl men cezası ve Elvan Abeylegesse’ye ilişkin araştırmalar tüm keyifleri kaçırdı. Sporcularımız doping yapmadıklarını iddia etseler de, uluslararası otoriteler tarafından alınan kararlar geçerli olduğu için ciddi bir endişe yaşanıyor. Doping nedir, neden yapılır, nasıl engellenebilir? Beraberce inceleyelim.
Doping, sporcu tarafından zihinsel ve fiziksel kapasitesini arttırmak amacıyla yasaklı madde ve yöntemlerin kullanımı anlamına gelmektedir. Sporcu, kullandığı maddenin sağladığı aşırı güç sayesinde olağan kapasitesinin çok daha üstüne çıkmayı başararak, madde kullanmayanlara kıyasla üstün dereceler elde eder. Bir sporcunun rakiplerine karşı haksız rekabet sağlayan yöntemlerle üstünlük sağlaması spor ahlakına aykırı olduğu gibi, olimpik ruha da ihanettir.
Doping, sporcuların sağlığına ciddi zararlar verebilir.
Doping, ahlaki açıdan yarattığı sakıncaların yanında sporcuların sağlığına son derece ciddi zararlar verir. Kalp krizi, iyi ve kötü huylu tümör oluşumu, karaciğer fonksiyon bozukluğu, kısırlık gibi rahatsızlıklar sıkça görülür. Bu maddeleri kullanan çok sayıda sporcu aktif spor yaşamı sırasında veya aktif spor yaşamına son verdikten sonra ciddi hastalıklarla boğuşmuş, bazıları hayatlarını kaybetmişlerdir. 1980’li yıllarda inanılmaz performanslarıyla rekorlar kırıp şampiyonluklar kazanan Doğu Alman sporcuların, 2005 yılında Alman ilaç firmasına karşı açtığı dava tüyler ürpertici bir örnektir. Doğu Alman gizli servisi Stasi’nin gözetiminde, ‘Kapatalistlere karşı savaşmak’ adına ilaç ve erkeklik hormonu verilerek güçlendirilen bayan atletler çok ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya kaldıklarını iddia ettiler. Heidi Krieger’in cinsiyet değiştirip erkek olmak zorunda kalması, Renate Neufeld’in aktif sporculuğu sırasında konuşma zorluğu yaşaması ve bıyıklarının çıkması davanın göz yaşartan noktaları arasındaydı.
Sporcular neden doping yaparlar?
Kanadalı koşucu Tony Sharpe, sporcuların doping yapma nedenini ‘zafer çok tatlı, para çok bol’ demeciyle ifade etmiştir. Şampiyonluk ve madalyaların sağladığı sosyal ve mali kazanımlara ulaşmayı arzu eden gencecik, pırıl pırıl yetenekler bazen kendi kararlarıyla şeytana uymayı seçerler, bazen antrenör veya doktorlar tarafından kandırılırlar. Doping sayesinde kazandıkları başarılar ile belli bir süre bulutlar üzerinde yaşasalar da, doping testleri pozitif çıktığında pembe dünyaları sona erer, kazandıkları şampiyonlukları ve paraları kaybederler. Şöhret ve para kazanmak isteyen üstün yetenekli sporcular, sporun özünde varolan ahlaki değerleri kalplerinde yaşatmayı sürdürmelidir. Zira, sporda kazanmak erdemli davranıldığı takdirde anlam ifade eder. Aksi takdirde, sporcu hüsran dolu bir girdabın içinde boğulmaya mahkumdur.

Spor tarihinin en acı doping skandallarından birinin kahramanı olan Kanadalı Ben Johnson’ın son derece hazin bir öyküsü vardır. 1988 Seul Olimpiyatları’nda 100 metre dünya rekoru kırarak altın madalya kazanan ünlü atlet, doping testinin pozitif çıkmasından bir saniye önce dünyanın en büyük sporcusuyken, bir saniye sonra dünyanın en büyük yalancısı oldu. Kanadalı genç atlet madalyalarını geri verdiği gibi, spor dünyasındaki saygınlığını da bir daha geri alamamak üzere kaybetti. Johnson, yasak madde kullanmadığı takdirde dünya çapında başarıya ulaşmasının mümkün olmadığı konusunda antrenörü Charlie Francis tarafından ikna edilmişti. Yasak madde, takım doktoru Jamie Astaphan’ın gözetiminde uygulanmıştı. Öykünün en acı noktalarından bir tanesi de, Johnson’ın başarılar kazandığını gören takım doktorunun sessiz kalma karşılığında bir milyar dolar talep etmiş olmasıdır.

Sporcularımızın doping yapması nasıl engellenebilir?

Herhangi bir spor dalında profesyonel olmayı seçen bir gencimizin gelecek kaygısına kapılması son derece doğaldır. Spor, kazançlı olmadığı takdirde ise hiçbir gencimiz profesyonel sporcu olmayı tercih etmez. Dopingi engellemek için akla gelen ilk yol ceza vermek olsa da, yeterli olmayacağı son derece açıktır. Zira, doping testleri yasak madde kullanımının tespiti açısından bazen yetersiz kalabiliyor. Doping kullanımının önüne geçebilmek için ödül yönetmeliğinin madalya ve şampiyonluk odaklı olmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir. Büyük organizasyonlara katılım ve finale kalma gibi başarılara da tatmin edici düzeyde ödüller verildiği takdirde, sporcularımız şampiyonluk ve madalya saplantısıyla çalışmayacaklardır. Buna ek olarak, sporcular üzerindeki doping kontrollerini sıklaştırmak ve plansız kontrollerin sayısını arttırmak da fark yaratacak yöntemler arasındadır.

Dopingi engellemenin yollarından birisi de, olimpik ruhun yüceltilmesidir. Sporcularımızı erdemli olmaya yöneltmeliyiz. Eski Yunan’da, kent devletleri sporcularını birçok elemelerden geçirir, parlak beceri gösterenleri seçerlerdi. Olimpiyat Oyunlarının başlamasına otuz gün kala Elis’te kampa alınan sporcular sportif güç ve sportmenlik açısından ciddi sınavlardan geçtikten sonra, yarışmalar boyunca tüm kurallara uyacaklarına dair yemin ederlerdi. Eski Yunan’ın mirasını sahiplenen modern olimpiyatların kurucusu Pierre de Coubertin spor kavramını ‘isteyerek, arzu ederek, kurallara uyarak, riskleri göze alarak, daima daha ileri gitmek üzere yapılan adaleli çalışmalar’ olarak tanımlamaktadır. Spor, güzellik yaratır. Spor; cesareti, iradeyi, sebatı, soğukkanlılığı, dayanıklılığı, ahlakı geliştirir. Coubertin’e göre önemli olan ahlaki güzelliği ve sportif estetiği yaratan sporcu ruhunun özümsenmesidir. Olimpiyatların temelini oluşturan ‘daha hızlı, daha yükseğe, daha güçlü’ ilkesine bu şekilde ulaşılabilir.

Kaynaklar:
·         Sporda Ahlaki Bir Sorun Olarak Doping, 2007, Oğuzhan Yoncalık-Cemal Gündoğdu

·         Judo Federasyonu, Dopingle Mücadele

Yayın Tarihi: 22.08.2015

Yayın Ortamı: İndigo Dergisi

Invincible (Yenilmez)

Invincible (Yenilmez)… Vince Papale’nin ilham veren gerçek yaşam öyküsü… 30 yaşındaki bir barmen tüm sporseverlerin gönlünde yatan rüyayı gerçeğe dönüştürebilir mi?

Yönetmen: Ericson Core
Yapımcı: Gordon Gray, Mark Ciardi
Senaryo: Brad Gann
Görüntü Yönetmeni: Ericson Core
Oyuncular: Mark Wahlberg, Greg Kinnear, Elizabeth Banks
Yapım Yılı: 2006
Ülke: A.B.D.

Invincible (Yenilmez); spor filmi türünün başarılı örneklerinden birisi olarak göze çarpan, enerji dolu bir film. Amerikan futbolcusu Vince Papale’nin gerçek yaşam öyküsünden esinlenilmiş; gerçeklere büyük sağdık kalınmış. Film, vizyona girdiği dönemde spor filmlerinden hoşlanan sinemaseverlerin büyük beğenisini kazanmıştı.
Yıl, 1976… Philadelphia Eagles, işsizlik nedeniyle ciddi sorunlar yaşayan Philadelphia halkının tek umududur. Kulüp yönetimi Eagle’yi eski parlak günlerine döndürmek amacıyla Dick Vermeil’i antrenörlüğe getirir. Vermeil; takım taraftarların heyecanını geri kazanabilmek için Philadelphia sakinlerinin katılımına açık, kapsamlı bir seçme yapacağını açıklar. Vermeil’in çağrısından heyecan duyanlar arasında Vince Papale de vardır. Vince Papale; yarım zamanlı olarak öğretmenlik yapmakta, geceleri de barmen olarak çalışarak hayat mücadelesi vermektedir. Öğretmenlik işini kaybetmesinin ardından karısı tarafından da terk edilir. 30 yaşındadır, profesyonel bir oyuncunun fizik gücüne sahip değildir ama şansını denemekle kaybedeceği hiçbir şey yoktur. Antrenör Vermeil, Papale’nin seçmelerde gösterdiği performanstan etkilenerek hazırlık kampına davet eder. Kampa davet edilmesiyle bir anda halk kahramanı olan Papale için asıl mücadele şimdi başlamıştır. Altı hafta sürecek kamp sonunda takım kadrosuna seçilmesi şarttır. Vince, hayatının şansını değerlendirebilecek kapasiteye sahip midir? Bundan sonrasını filmi izleyince görelim…
Yönetmen Ericson Core dikkat çekici mesajlarla dolu, düşündürürken eğlendiren, temposu yüksek bir film çekmiş. Kolay anlaşılan diyaloglar ile sade bir anlatıma yönelmiş, oyun sahnelerinde kamerayı çok iyi kullanmış. Film müziklerinde ağırlıklı olarak popüler sound’un kullanılması filmdeki aksiyonu güçlendirmiş. Filmin finalindeki maç ise seyirciyi ayağa kaldıracak kadar heyecanlı çekilmiş.
Öykünün kahramanı Vince Papale, ünlü oyuncu Mark Wahlberg tarafından canlandırılıyor. Atletik vücuduyla bir amerikan futbolcusunu canlandırmak için uygun bir fiziğe sahip olmasının yanında, dramatik sahnelerde de iyi bir oyunculuk sergilemiş. Kariyerinde iki Oscar adaylığı bulunan Wahlberg, temiz yüzü sayesinde iyi karakterleri başarıyla canladırmasıyla tanınıyor. Papale’yi keşfeden antrenör Dick Vermeil’i ünlü karakter oyuncusu Greg Kinnear canlandırmış. Kinnear bir amerikan futbolu antrenörü için biraz yumuşak bir görüntü çizse de, dramatik sahnelerde çok başarılı oynuyor.
Invincible (Yenilmez); gösterişten uzak, sade bir film olmakla birlikte, zengin mesajlarıyla seyirciyi etkiliyor. Film, en zor günlerimizde bile yaşama sıkı sıkıya sarılmayı sürdürmemiz gerektiği, umudun hiçbir zaman tükenmeyeceği gibi olumlu bir mesaj üzerine kurulmuş. Papale’nin arkadaş çevresi ve babasıyla olan diyaloğuna ilişkin sahneler dostluk ve aile bağları açısından seyircinin kalbini okşuyor. Papale’nin verdiği mücadele, yakalanan küçük bir şansın azim ve inançla peşinden gidildiği takdirde ne kadar büyük kazanımlar sağlayacağı üzerine önemli bir ders olarak öne çıkmış.
“Karakteri olan takım, kendinden daha iyi olan takımı yenebilir.”
Amerikan futbolunun unutulmaz antrenörlerinden birisi olan Dick Vermeil’in soyunma odasında ve antremanlarda yaptığı konuşmalar sporseverler ve spor adamları için ufuk açan dersler olarak göze çarpıyor. Başarısız bir sezonun ardından morali bozuk, inançsız bir havayla sezona hazırlanan oyuncularına yeniden motivasyon kazandırmak için kullandığı söylemler yalnızca spor adamlarının değil, çıkış arayan her azimli insanın ilgisini çekebilir. Dick Vermeil’in, 30 yaşına gelmiş bir barmenin sahip olduğu potansiyeli keşfetmesi, kendisinin çok iyi bir yetenek avcısı olduğunu açıkça gösteriyor. Papele’yi keşfi ile ilgili olarak ‘Seçmeler sırasında harika bir koşucu olduğunu fark ettim. Bizimle oynayacak seviyede değildi ama amerikan futboluna karşı son derece coşkulu bir yaklaşımı vardı. Bu nedenle, hazırlık kampına davet ettik.’ şeklinde konuşuyor. Vince Papale ise o dönem yaşadıklarını ‘Tek istediğim kabul edilmek, takımın bir parçası olmak, bir Philadelphia Eagle olmaktı. Seçmede Eagles’in yıldızlarına karşı oynadım, inanılmaz bir anıydı.’ şeklinde anlatıyor. 
Invincible (Yenilmez), Pazar sabahı için son derece uygun bir yapıt. Amerikan futbolunun teknik derinliklerine inilmediği için, Amerikan futboluna ilgi duyan ve duymayan tüm sinemaseverlerin filmi ilgiyle seyredeceğine eminim. Renkli, heyecanlı, duygu dolu filmlerden hoşlanıyorsanız, bu filmi seversiniz. İyi seyirler…
Yayın Tarihi: 18.08.2015